Ortadoğu savaşının coğrafi, siyasal ve ahlaki sınırları...

Recep Maraşlı

Bence İstanbul’daki görüntüler Ortadoğu’daki savaş alanının genişlemekte olduğunun işaretleridir. Bu saldırıların, kendi özel nedenleri olan eylemler değil Ortadoğu savaşının bir uzantısı olduğunu düşünüyorum. Özellikle Ortadoğu savaşı diyorum, çünkü bu savaş Irakla sınırlı başlamadı ve öyle de kalmayacak; Filistin yanına açılan bir Irak cephesi, arkada Afganistan’ın dumanı halen tütmekte, Suriye ve İran’ın hedef devletler olduğu biliniyor.

Kısaca benim düşüncem İstanbul’daki canlı bomba eylemlerinin  ABD ve koalisyon güçleriyle mücadele yürüten cephe içinden geldiğidir. Bu olaylar tehdit altında olan rejimlerin şiddeti mümkün olan en geniş alana yaymak istediklerini gösteriyor.


Türkiye’nin 11 Eylül’ü sayabileceğimiz bu olayların, savaşın fiziksel coğrafik sınırları kadar, siyasal ve etik sınırlarının geleceği hakkında kötü işaretler taşıdığını düşünmekteyim.

Bu tür eylemlerden sonra mutat olduğu üzere saldırıları kimin yaptığı üzerine yoğun bir tartışma gelişiyor, bu kaçınılmaz. Doğrusu sürekli olarak her olayda El Kaide’nin adres gösterilmesine kuşkuyla yaklaşıyorum. Böyle bir örgütün gerçekten varolup olmadığını, var ise kendisine nasıl bir misyon biçtiğini, felsefesi, nasıl bir kitle tabanı olduğunu  bilmiyoruz. Bildiklerimiz sadece ABD’nin bize söylediklerinden ibaret. Gerçekten böyle bir örgüt varsa bile anlaşıldığı kadarıyla da o, ABD’nin Afganistan’da Sovyetlere karşı yürüttüğü savaş sırasında açtığı silah, para, istihbarat ilişkileri kanalında büyüyen bir organizma.

Eylemi kim yapmış olursa olsun hazır ortada bir malzeme varken akla gelen tüm güç odakları, siyasi akımlar, örgütler bu sonuçlardan yararlanmaya çalışıyorlar. Eylem mantığının en uzağındaki akımlar bile ortaya çıkan durumdan kendilerini doğrulamaya yarayacak malzemeler bulmaya çalışıyorlar. Yorumların çoğu manipülatif, ideolojik ve ya analizden çok izleri daha çok karıştırmaya yönelik. Yorumları, analizleri izleyin bakın, herkes bu eylemin yarattığı nefret veya korkuyu kendi siyasi kazancında bir yere yazdırmak için  var gücüyle çaba sarf ediyor.

Aslında bu tür saldırıların konvansiyonel araçlarla yapılmış psikolojik bir savaş olduğu düşünülürse, asıl savaşın eylemden sonra oluşan siyasal atmosferi yönlendirmeye yönelik yapıldığı ortaya çıkıyor. Eylemin gücü oluşturduğu siyasal psikolojik ortamla doğru orantılıdır. Sonuçta ortaya çıkan korku ve nefreti kimin örgütleyip, yönlendirebilme gücü varsa o kazançlı çıkacaktır. Savaş psikolojik ağırlıklı olduğu içindir medyatik gücü elinde bulunduranların, sonucu saldırıyı yapanların isteklerinin tam tersi bir yöne çevirmeleri de mümkün.

Bu tip eylemlerde sonuçtan hareket edip kimin kazançlı olduğuna bakmak geretiği, ortaya çıkan siyasi sonuca göre eylemleri kimin yaptırdığı anlaşılabilir diyenler (örneğin Mahir Kaynak) büyük ölçüde yanıltıcı bir yön gösteriyor. Çünkü bu tür eylemlerin sonucunda oluşacak siyasi atmosfer onu tasarlayanların düşünce ve ruh dünyasından çok farklı bir manzara arz edebilir. Saldırının sonuçları, onu yapanlarca kestirilememiş olabilir ve çok başka güçlerin kendi kazanç hanelerine yazabilirler. Bu tür örgütlerdeki eylemci ruh hali masa bası hesaplarında çok farklı sofistike bir biçimde oluşup gelişmektedir. Eylemcilerin ruh ve düşünce dünyası, mantık dizgesi muhtemelen bütün bunların çok dışında, kendine ait bir iç dünyada cereyan etmektedir. Bu da çoğu kez nesnel durumla çelişir  Bu nedenle sadece sonuçlardan harekete bu saldırılara tanım koyabilmek çok da sağlıklı değildir, yanıltıcıdır. Yarattığı sonuçlardan kimlerin kazançlı çıktığı bir veridir ama anahtar değildir. Örneğin “terörün ne kadar kötü bir şey olduğunu söyleyen ve terörizme karşı sıkıca kenetlenilmesini isteyen” şiddet karşıtları eğer büyük bir kitlesel destek bulacaklarsa, bu, saldırıları barışçıların kendilerini güçlendirmek yaptıkları sonucuna götürebilir mi bizi?

Eylemlerin tümü için  “devletlerin” işidir deyip çıkmak da, sonuçta ideolojik bir yaklaşımdır. “Terör”ün devletlerle bağıntılı bir fenomen olduğu, benim de katıldığım bir saptamadır, ne var ki sadece bunu söyleyerek de özgün durumları açıklamak mümkün değil.

Başta Türkiye Özel Harp Dairesi olmak üzere,  çeşitli istihbarat servislerinin düzenlediği birçok terör eylemi oldu Türkiye’de. Bugün İstanbul’un çeşitli yerlerindeki bombardıman görüntülerini 1994’de Özgür Ülke binasının harabeye çevrilmesi ve HADEP Genel Merkezinin göçertilmesi olaylarında görmüştük.Gerçi son olaylar  militarist oligarşinin kendi payına yararlanabileceği birçok imkan sunmaktadır. Örneğin daha sıkı bir rejim ve toplumda “asker güvencesi” duygusuna doğrusu çok ihtiyaçları var. Aynı zamanda Ortadoğu’da Türkiye’yi de kapsayan statüko değişiklikleri karşısında en çok telaşa kapılan güçlerden biri de Türkiye’deki militarist oligarşik rejim olduğu için durumdan kendine yararlanabilecek çok pay çıkarabilecektir.

Ama ne kadar “derin” olursa olsun Türk istihbaratının bu koşullarda ABD-İsrail-İngiltere koalisyonunu hedefleyecek bir “gizli” bir operasyon yapabilme şansının olduğunu sanmıyorum. Çünkü bu “gizli” bile yapılsa çok tıpkı “Çuval” meselesinde olduğu gibi kısa sürede açığa çıkar ve kendi başlarına çok daha büyük belalar açar ve onların böyle bir riziko almak için nedenleri de güçleri de yok.

Diğer bir olasılık da bu eylemleri bizzat CIA ve MOSSAD’ın düzenlemiş olmasıdır. Çok fazla konspiratif düşünüldüğünde “neden olmasın?” denilebilir. Ama bu saldırıların yapılmasıyla Türkiye’nin zorlanmak istendiği söylenen yere yani ABD’nin müttefiki olarak Irak savaşına dahil olma noktasına Türkiye zaten çoktan gelmiştir. Ve eylemler Türkiye’yi bu bloğa dahil olması için değil dahil olduğu noktada bulmuştur.  Bu terörün daha uzun erimli politikalara zemin hazırlamak için yapıldığı da söylenebilir. Tıpkı 11 Eylül saldırılarını ABD’nin savaş politikalarına kitle desteği kazanmak için bizzat kendisinin örgütlediği gibi bir savdır bu.

Fakat benim kendime yakın bulduğum değerlendirme: İstanbul’daki saldırılarının tıpkı Balı ve Riyad’da olduğu gibi aynı örgütlenmelerden geldiği ve ABD’ye karşı bir güç gösterisi yapıldığı (müttefiklerini tehdit ve tehlikelerden koruyamama anlamında) ve savaş alanını yayma mesajı verildiğidir.

Bu eylemlerin yapılış tarzı ve mantığından çıkardığım ise şunlardır. Bir kere istihbarat servislerinin hele Batılı istihbarat servislerinin “canlı bomba” ekseninde bir saldırı örgütleme konseptleri çok düşük. Bunun için bir davaya ölümüne inanmış, adanmışlık bu servislerdeki dünyevi tutkularla çelişen bir durum. Ama Ortadoğu kökenli devletlerin, dahası doğrudan Baasçıların lojistik destek ve yönledirmeleri olması daha mantıklı.

Vurulan hedeflere bakılırsa, bunlar Yahudilere ait ibadethaneler,  İngiliz konsolosluğu ve bir finans kurumu.. Sinagogların hedef alınması, ABD’nin yürüttüğü savaşın aslında Yahudilerin  dünya egemenliği için örgütledikleri bir savaş olarak kabul eden ideolojik yargıya dayanıyor. Geçen günkü yazımda belirttiği gibi aslında bu ideolojik öngörü,  kitle muhalefetinin sahte hedeflere katalize edilmesi anlamında anti-semitik bir yanıltmacadır. Nazilerin 1930’lu yıllardaki kitle muhalefetini yanılttıkları bu argüman bugün benzer biçimde, Ortadoğu’nun Müslüman kitlelerini sistem konusunda yanıltan bir zihinsel alt-yapı sağlamaktadır. Öyle ki ABD’ye olan düşmanlık bile sosyo-ekonomik, kültürel başka nedenlerden çok O’nun gizli bir Yahudi gücü  olduğu saptamasına dayanıyor. Bu aynı zamanda Arap milliyetçisi siyasal İslam’ın da  imzası olmaktadır.

İngiliz konsolosluğu ise siyasi bir hedeftir ; -ki bu ABD veya başka bir koalisyon gücü de olabilirdi- bu devletlerlerin çıkarlarına her yerde zarar verileceği mesajını taşıyor.
Ve batılı emperyalizmin temsilcisi sayılan herhangi bir finansal kurumun, bankanın (Dünya ticaret merkezi vb. gibi) vurulması da örgütün sınıfsal analizlerini gösteriyor. İdeolojik, siyasal ve ekonomik hedef algılamasına bakıldığında saldırıyı yapanların siyasal kültürel zemini ortaya çıkmaktadır. Eylemcilerin hepsi  şehit olacaklarına, yüksek bir davaya hizmet ettiklerine inanan fedailerdir. Fedai geleneği Ortadoğu ve Mezopotamya gerillacılığında yüzyıllardan beri var olan bir şeydir.

Saldırıların Türkiye’ye yönelik mesajları da çok açıktır; Türkiye bir savaş alanı olmakla tehdit edilmektedir. Bunun Türkiye’nin ikinci tezkere ve Irak’a asker göndermeyi kabul etmesi, İsrail’le çok daha sıkı işbirliği içinde olması vb ile de doğrudan bir bağlantısı var.

Ben yine aynı zamanda bu eylemlerin Ortadoğu savaşına ilişkin olmakla birlikte yerel tonlara da sahip olduğunu düşünüyorum. Canlı bombalar yine muhtemelen Türk veya Kürt Sünni Müslümanları içerisindendir. Hem bu eylemcilerin motivasyonu, hem de İslami ahaliye verilecek mesaj bakımından saldırı mekanlarının bu anlayışla seçildiğini düşünüyorum. Taksim, Beyoğlu, Şişli, Levent gibi mekanlar, yerli İslami düşünüşe aşina olanlarca bilinir ki, İslam dışı bir yaşayış ve kültürün, kozmopolitizmin, peşin bir dinsel suçluluğun alanları olarak görülür. Yine bu semtler varoşların gözünde de elitizmin, burjuvazinin, kendi sefaletleri üzerinde sefa süren semtlerdir. Eylemlerin mekanı sınıf nefreti açısından da örtüşür. Mantık bu olunca, hedeflerin yanı sıra burada yaşayan insanların da ölecek olması, eylemciler için ahlaki bir sorun olarak görülmez.

Beni asıl kaygılandıran şey ise bu eylemlerin yukarıda sıraladığım siyasal mantığıdır. Kent ve kır yoksullarının sisteme yönelik muhalefeterinin dinsel ve milliyetçi fanatizmle yönlendirilmesi, bu nefretin içe doğru bir büzüşmeyle Orta sınıf ve asker bürokratik mekanizmalar tarafından da desteklenmesi ortaya bir ortadoğu faşizmi profili çıkarmaktadır.

Bu tür eylem ve onların zihinsel alt yapılarını, Türk devletine ya da ABD'ye mal ederek değil gerçek kaynağını saptayarak reddetmeliyiz. Zaten diğerlerinin terörünü reddetmek için yeteri kadar nedenimizi var.

Gelinen yerde bazı saptamalar..

ABD Ortadoğu’da bir hegemonya savaşı veriyor, bunun insanlık idealleri ve demokrasi vb ile alakası yok. ABD ve koalisyon ortaklarının ekonomik ve siyasal çıkarlarıyla ilgisi var. ABD’nin yürüttüğü savaş yayılmacı ve emperyalist bir işgal savaşıdır, bu durumu saptamada ikircikli olmak, duraksamak gerekmiyor. Kitlelerin hedef alındığı her şiddet “terör”dür. Terörizmi sadece belli bazı örgütlerle tartışmak otomatikman için düşülen bir yanlış haline geldi. İstanbul’da yaşanan dehşet bir terördür evet, ama ABD’nin Bağdat’ı bombardıman ederken, Türkiye’nin Kürt köylerini yakarken yaptığı şey de terördür. Dünyanın en büyük terör örgütü de Pentagon’dan yönetiliyor!

Evet ABD Ortadoğu’da hegemonya savaşı veriyor ama bunu yaparken Ortadoğu’nun statükosunu da değiştirmekte, yeniden dizayn etmektedir. Burada yaşanan paradoks şudur ki Ortadoğu’nun eski statüsü de aklı başında hiç kimsenin savunacağı bir rasyonellik ve insani değerler içermiyor. Örneğin Kürdistan’ın bir alt sömürge olarak bölge devletleri arasında paylaşılmış olmasından tutun da, Saddam türü diktatöryal kapalı  rejimler, cetvelle çizilmiş yapay devlet sınırları bu statünün temel öğeleriydi. Bu statü de yine kapitalist dünya sisteminin bir ürünüydü, bundan sonra verilmek istenin çeki düzen de aynı güçlerin bir ürünü olacak.  O halde biz hangi statüyü kime karşı savunacağız? Şahsen ben Taliban, Saddam ve Suudi rejimleri altında bir gün bile yaşamak istemem.

ABD koalisyonunun karsındaki “Cephe” oldukça karışık ve bu “Cephe”nin başını, direnç noktalarını da maalesef ABD’den daha geri, tutucu güçler oluşturuyor. Bu “cephe” içinde ileri ve tüm insanlık için vizyona sahip olan bırakalım sosyalist doğru dürüst demokratik bir “güç” odağı bile yoktur. İşgal sonrası durum da göstermiştir ki, Irak’ın demokratik iç dinamikleri çok zayıftır. Ve yine görülmüştür ki  tüm eksiğine gediğine rağmen bölgedeki yegane demokratik dinamik Kürdistan’dadır. Ve statüko değişikliği elbette ki Ortadoğu’nun bu en alttaki ulusuna  ilk kez bu cendereden çıkabilme şansı yaratmaktadır.

Bu yüzden çok haklı olarak Kürtlerin hiçbir örgütünün ve siyasal akımının,  statükonun bu değişim imkanı karşısında, kendilerine şimdiye kadar kölelik zincirlerinden başka bir şey vadetmemiş olan eski rejim yandaşlarıyla bir olmaları ve ABD ile karşı karşıya gelmeleri için hiçbir nedenleri yoktur. Dahası ABD’nin yaratacağı statü değişikliği kendileri için özgürlük ve demokrasi vaadettiği sürece, bölgesel ilişkilerini de ihmal etmeden kendilerini ittifak içinde ifade etmeleri de gayet rasyoneldir.

ABD’nin karşısındaki cephe içinde  eski Saddam rejiminin (ve Baasçı Arap milliyetçiliğinin) önemli bir yer tuttuğu açık. Anlaşıldığı kadarıyla Saddam rejimi güçlerini mümkün olduğu kadar yer altına çekmiş bulunuyor. Bunu saklamak için yeterli kitle desteği de var. ABD’ye karşı Ne teknolojik ne konvansiyonel ne de siyasi olarak durma şansı olmayan bu rejim ve yanlılarının yıllardır çok iyi bildikleri bir şeyi “gayri nizami ”  ve uzun süreçli bir yıpratma savaşı planladıkları anlaşılıyor.

Yarım asırdır Filistin sorununun çözümünde bir arpa boyu yol alınmamasına bakılırsa bu, hiç de yabana atılacak bir strateji olarak görünmemektedir. Filistin’i referans göstermemin önemli bir nedeni var. Son 30 yılın radikal hareketlerine bakınız; hepsi Filistin fideliğinde büyümüşlerdir. Her türden Arap milliyetçisi, sosyalist silahlı hareketten tutun Türk Sol gruplarına, ASALA’ya, PKK’ye kadar hemen tüm örgütlere ev sahipliği, lojistik kapı görevi yaptı Filistin.

Irak’ın yeni bir Vietnam olup olmadığı tartışılıyor; Halbuki Uzakdoğu’ya gitmeye ne gerek var. Irak’ın yeni ve daha geniş bir alana yayılmış Filistin haline gelmesi yeter de artar bile.

Ne var ki bu cephede  siyasal muhalefetin rengini belirleyen şey ise radikal siyasal İslam ile Arap milliyetçiliğidir. Evet bu safta eski güç ve kitle desteklerini yitirmiş de olsalar sol gruplar da bulunuyorlar. Ama bunlar ABD  hegemonyasına karşı mücadeleyi, Ortadoğu’nun gerici statülerin savunulması haline soktukları noktada özgün bir alternatif değil, rejimlerin “sol” söylemli destekçisi haline geliyorlar. Cephe dediğim şey aslında düzensiz ve ilkesiz bir yanyana diziliş daha çok.  Çünkü her biri aynı zamanda ötekisinin can düşmanı olabilecek derecede çatışmalı güçler var bu tarafta. Sözgelimi Sünni ve Şii Araplar bugün bile ortak bir vizyonları yok. Ve Şiiler ABD’yi istemedikleri kadar Saddam rejimini de istemiyorlar.

Ve bu cephenin gerçek bir odak olmaktan uzak olmasının temel nedeni, ne bölge halklarına ne de insanlığa bir seçenek, ortak bir gelecek projesi çizemiyor oluşlarıdır. Nasıl çizsinler ki; Taliban modeli ya da Saddam düzenini içinde yaşamaya Ortadoğu köylülüğü dışında kimi razı edebilirsiniz ki?  Kürdistan’ı zaten saymıyorum, Türkiye de bile büyük kitleler İslami referanslarına rağmen bu çemberin epeyce dışına çıkmıştır.

Özcesi bu tarafta şu anda ilerici, devrimci veya demokrat bir dinamizm yoktur. Böyle olduğu için de burada yaşanan paradoks kara bir delik gibi herkesi yutmaktadır. Varolan siyasal tablonun yırtılabilmesi için mevcutlardan birinin içinde saflaşmak değil, geniş kitleler için sahici demokrasi projeleri ve devrimci alternatifler yaratmak gereklidir. Bunun olanakları da vardır.

Yorumlar