Türkiye’de Militarist Bürokratik Oligarşinin Sonu mu ?

Doğu Bloğunun bürokratik rejimleri, Güney Amerikanın, Afrika ve Asya’nın özgün diktatörlük biçimleri, heykelleri, bayrakları ve kurumları ile birlikte birer birer çökmüşken Türkiye’nin Kemalist rejimi neden halen ayakta?

Bu yapı gücünü ve dayanıklılığını nereden alıyor, örneğin tüm dünyayı etkilemiş olan Stalinizm’den daha mı güçlü?

Bence Militarist Bürokratik Oligarşinin bugüne değin kendini yaşatabilmesi, tarihten gelen iç dinamiklere dayalı olduğu kadar, büyük ölçüde uluslararası dengelere de bağlıdır. İç dinamikler bürokratik mekanizmayı defalarca zorlamasına rağmen, Ordu her defasında çeşitli manipülasyonlar veya doğrudan askeri müdahalelerle durumunu kurtarmayı bilmiştir. Kemalistler kendilerini ayakta tutan bu uluslararası konjonktüre “Türkiye’nin jeostratejik önemi” adını veriyorlar.


Kemalizm’in tarihsel dayanakları

Militarist bürokratik yapı sadece TC’nin kuruluşuyla oluşmamıştır. Kökü çok gerilerde durmaktadır.

Askercil despotizm Osmanlı’nın ana karakteriydi. Bu, Osmanlı ve hatta Selçuklu devletlerini de kapsayan ve Türk boylarının Önasya’da yabancı, işgalci, çöreklenmeci bir güç olarak barınmalarının ardındaki sosyo-genetik bir özelliktir adeta.

Bozkırdan Önasya’ya işgal edilen topraklar üzerinde ve yerli halkların askeri zorbalıkla zapturapt altında tutulmasına dayalı bu iktidarda, bütün toprakların mülkiyeti de devlet aitti; “Ordu-Devlet” ilişkisi, bütün sınıfsal-toplumsal ilişkilerin üzerindedir. Tüm kurumların kurucu gücüdür. Bu askeri kast, Osmanlı Devletinin Bizans’ı ele geçirmesiyle onun devlet yönetme gelenekleri ile de sentezleşmesi sonucunda refleksleri daha güçlenmiş, her sürece değişik bir formasyonla uyum gösterebilen bir yönetim eliti oluşmuştur.

Kemalizm, Osmanlı askercil-despotik imparatorluğunun yıkıntıları üzerinde militarist bürokratik yapının kendini mevcut koşullara göre yeniden biçimlendirmesi, yeniden üretmesidir. Kemalizm’in öncülü olan İttihat-Terakki yönetimi de militarist bürokratik bir diktatörlüktü.

I. Dünya Savaşı zaten sefalet içindeki Önasya toplumlarında derin tahribatlar yaratmıştı. Soykırımlar, sürgünler, iç boğazlaşmalar etnik dengeleri tümüyle değiştirmiş, sosyal dokuyu alabildiğine bozmuştur.. Savaşın bu yıkıntıları arasında sosyal sınıfların hemen hiçbiri, ne iktidarı ele geçirebilecek ne de elde tutabilecek durumda değillerdi. Bu toplumsal kargaşa içindeki siyasi otorite boşluğunu doldurabilecek yegâne örgütlü güç Osmanlı asker-bürokrasisiydi. Bu bürokratik seçkinler sınıfının toplumdaki diğer sınıf ve tabaklardan görece özerkleşerek, onlar adına ve onlar üzerinde hem uzlaştırıcı hem buyurgan bir güç olarak siyasal otoriteyi ele geçirmeleri güç olmadı. Kemalizm olarak örgütlenen bu form pekala “Enverizm” olarak da biçimlenebilirdi. Ama özü aynıdır.

Osmanlı askercil despotizmi 1. Paylaşım savaşıyla dağılıp çökmüşken, militarist bürokrasinin yeniden iktidarlaşmasının savaş sonrası dünya konjonktürüyle yakından ilgili olduğunu hatırlayalım. Yenilen tarafta olmalarına rağmen Osmanlı asker-sivil elitin temsil ettiği bu oligarşinin, Önasya’daki siyasal iktidarın güç olarak kabul edilmesinin en önemli etkeni, Rusya’dan yayılan Bolşevik devrimini barajlayabilmekti.

Bu iktidarın zaten İttihat-Terakki’nin 1915 Soykırımıyla (Ermeni, Asur, Pontus, Yezidi halklarının imhası) ve Ermeni ulusal hareketini tasfiye etmiş olmasından güç aldığını; Kürt aşiret reislerini Ermeni tehdidi ve Hilafeti Korumak adına manipüle edip yedeğine almayı başardığını unutmayalım. Yunan hükümetiyle Küçük Asya’daki otorite paylaşımı ise 1919-21 Türk-Yunan Savaşında (buna “ulusal kurtuluş savaşı” adı veriyorlar) müttefiklerin tercihlerini Ankara hükümetinden yapmaları üzerine Kemalistlerin başarısıyla sonuçlanmıştı.

Şu sorular cevaplandırılmaya değer:

Peki İngiltere-Fransa bloğu önceleri Yunanistan’ın Ege’deki İyonya devleti çıkarmasını desteklerken, neden son anda desteğini Yunanistan’dan çekti ve yalnız askerlerin değil yerli Rum halkının da İzmir’den “denize dökülmesini” sahildeki gemilerinden şarkılar çalarak seyretmekle yetindi? Karadeniz Rumlarının tasfiyesine tepki bile göstermedi?

Tüm tarafların Sevr’de kabul ettiği Ermenistan ve Kürdistan’ın bağımsızlığı koşullarından neden vazgeçildi? İstanbul hükümeti muhatap olmaktan nasıl çıktı? 1915 Soykırımının sonuçları “tehcir edilen Ermenilerin çıkarıldıkları topraklara bir yıl içinde dönebilecekleri” gibi gülünç bir madde ile neden meşrulaştırıldı? İmparatorluk toplumunun asli unsurlarından olan Rumlar, Ermeniler nasıl birden bire kendilerine alicenaplık gösterilen birer “azınlık” haline geldiler? Kürdistan’ın bölünüp parçalanması nasıl onaylandı ve Kürtler, Süryaniler, Araplar ve diğerleri neden azınlık bile sayılmadılar? Lazistan nasıl unutuldu?

Bunun ilk cevabı Osmanlı Devletinin doğal devamı olan militarist bürokrasinin artık İstanbul değil, Ankara hükümetince temsil edilmesi ve siyasal, askeri gücü eline toplayabilmesiyle ilgilidir. Bu da bütün toplumsal tabakaların zaten güçsüz bulunup, iradelerini askeri bürokrasiye devir ve teslim etmiş olmalarıyla ilgilidir.

Diğeri de Savaş sonrası konjonktüründe tüm Batılı müttefiklerin ödünü koparan Bolşevizmin hızla yayılma eğilimi göstermesiyle ilgilidir. 1917 Ekim Devrimi’nin Önasya’ya doğru yayılmasının ciddi bir tehlike olarak görülmesi, müttefikleri bütün eski öngörü ve kararlarından uzaklaştırarak, Kemalist iktidarı kazanmaya itmiştir. Bunda Kemalistlerin bu dış dinamikleri ciddi biçimde manipüle etmiş olmalarının rolü de büyüktür.


Kemalizm’i destekleyen uluslararası konjonktür

Osmanlı asker-sivil eliti iç muhalefeti manipüle etmeyi başardığı gibi, kendi iktidarının kolayca Bolşeviklerle bağlar kurabileceğinin örneklerini de vererek dış manipülasyon yapmayı da başarmıştı. Ankara Hükümetinin imzaladığı uluslararası ilk anlaşmalardan biri Bolşeviklerle (RSSCF) yapılan 6 Mart 1921 tarihli Moskova antlaşmasıydı.Bu anlaşma o sırada Kafkas Federasyonuna dahil olan Ermenistan Cumhuriyeti’nin rızası hilafına Batı Ermenistan’ın egemenliğini Kemalistlere bırakıyor; Ermenistan sınırları içinde kalmasına rağmen Nahcivan Özerk Bölgesinin Azerbaycan’a bağlanmasını garantiliyordu. Bu antlaşmanın koşulları Kafkas Sovyet Cumhuriyetleri Federasyonu’na da Kars (13 Ekim 1921) antlaşmasıyla aynen kabul ettirilmişti.

İngiliz-Fransız bloğunun Osmanlı İmparatorluğunun enkazı üzerinde Bolşevik bir iktidarın kurulmasını ciddi bir tehlike olarak algılaması yersiz değildi. Savaştan yenik çıkan Almanya İmparatorluğunda, Cumhuriyet ilan edilmiş ve 1919 Capp ayaklanmasıyla Alman Komünistleri iktidarı ele geçirme denemesine girişmişlerdi. Ankara hükümetinin Bolşeviklerle yakın teması, hatta maddi destek almış olması Önasya’daki Bolşevik nüfuzunu ciddi bir tehlike haline getiriyordu. TKP önderlerinin Karadeniz’de boğdurulmasını örgütleyecek olan General Kazım Karabekir o günlerde, Bolşeviklerle yapılacak sınır görüşmelerine rütbelerini çıkararak gidecek ve “İslam dünyasını da kurtaracak olan Bolşevik askerlere, ‘yoldaş’ diyecek hitap edecek kadar” angaje görünüyordu. Yalnız Ankara Hükümetinin değil, devrik İttihat-Terakki yönetiminin güçlü ismi Enver Paşa’nın 1920 Baku Doğu Halkları Kurultayı’na delege olarak katılması, Osmanlı asker-sivil bürokrasisinin ortak reflekslerine ilginç bir örnek göstermektedir.

Kemalist iktidarın bilinçli olarak yarattığı bu manipülasyon III. Enternasyonal ve Sol’un üzerinde o denli etkin olmuştur ki etkileri günümüze kadar yansıya gelmiştir.

Kemalist rejim 1. Emperyalist Paylaşım savaşında kurulmuş olan ve Lozan’da tescil edilmiş olan bu uluslararası dengeye dayalıdır. Batı Bloğu ana karekteri itibariyle sistem içinde olan bu yeni müttefiğini diğer seçenekler karşısında tercih etmiştir.


Bürokratik aygıtın kendini yeniden düzenleyebilme becerisi

Buna bağlı olarak geliştirilecek ikinci soru şudur:

Dünya dengeleri geçtiğimiz yüzyılda iki kez daha [II.Dünya Savaşı ve son olarak Doğu Bloğunun çözülmesi dönemleri] çok ciddi biçimde sarsılıp yeniden oluştuğu halde Kemalist yapı kendisini her defasında nasıl koruyabildi?

Bu soruların cevabını yukarıdan beri tartıştığımız iç ve dış manipülasyonla birlikte Militarist bürokrasinin kendini yenileyebilme ve sürece uyarlayabilme yeteneğiyle açıklamak mümkündür.

Evet, militarist bürokrasi için temel amaç kendi ayrıcalıklarını ve iktidar gücünü korumak olduğu için başka bütün ideolojik ve siyasi formlar buna uygun olarak değiştirilebilir. Son derece pragmatist olan bu anlayışı sayesinde o, varlığını sürdürebilecek bütün handikaplar karşısında kendisini yeniden dizayn etme [“zamana ve araziye uyma”] ustasıdır. Bu niteliğiyle yine özellikle Sol demokratik muhalefet tarafından modernleşmeci, reformcu, yenilikçi olarak algılanabilmektedir. Ama o bütün yenilenme ve reformları kendi ayrıcalıkları üzerinde dizayn eder ve bunu yaparken de toplumsal dinamizmi ezerek, onların elinden alarak kendisi için yapar.

CHP’nin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın, gösteri yapan gençlere kızarak “Oğlum bu memlekete komünizm getirmek gerekiyorsa onu da biz yaparız!” demesi bunun veciz bir örneğidir.

Gerçektende Türkiye’de modern tekelci kapitalist ilişkiler yukarıdan aşağıya doğru devlet eliyle inşa edilmiştir. Bu yüzden Türkiye’de burjuvazi devlet eliyle büyümeye, kredi ve fonlarla beslenmeye alışmış devlet bağımlısı bir sınıftır. İşçilerin birçok sendikal hakkı, kadınların statülerinde iyileştirmeler yapan yasalar vb. birçoğu yukarıdan bahşedilmiş ve yine yukarıdan budanmıştır.

Bürokrasinin temel başarısı bence, ekonomik bir güç olarak kendini süreçlere uydurabilmesidir. 20. yüzyılın ilk yarısında bütün önemli sektörlerdeki devlet tekeli, diğer sektörlerde ise güçlü devlet işletme ve bankaları sayesinde devlet bürokrasisi, toplumsal artı-değerin aslan payını kontrol etmekteydi. Buna birde biri isim bulmuşlardı: “karma ekonomik model”..

Kapitalist dünya pazarı bu kapalı ekonomileri zorladığı süreçlerde ise, bürokrasi sahip olduğu imtiyazları yeni biçimlere uydurarak devam ettirdi. Özel Holdinglerin, şirketlerin yönetim kurulları emekli generallerden geçilmez oldu. Ve nihayet militarist bürokrasi kendisini Pazar kurallarına uydurarak Türkiye’nin en büyük Holdingini OYAK’ı kurdu. Bütün ayrıcalıklarını ve imkanlarını kullanarak rakipsiz bir ekonomik güç haline geldi.. Ordu piyasa koşulları içinde de yine en büyük Pazar payina sahiptir ve artı-değerin çok önemli bir bölümünü kontrol etmektedir. (Bir parantez açarak Çin Halk Cumhuriyeti ordusunun da aynı biçimde ekonomiyi kontrol etmekte olduğunu belirteyim.)

Uluslararası uyuşturucu ve silah kaçakçılığının Jandarma, Özel-Tim, Polis tarafından. doğrudan veya denetimindeki alt-birimlerince yürütüldüğü ve dolayısıyla Türk ekonomisinin arka yüzü Kara Parayı da militarist bürokrasinin kontrol ettiği de bilinen bir gerçek. (Susurluk olayıyla ortaya çıkan bağlantılar, birbirleriyle çelişen grupların MİT raporlarıyla birbirlerini deşifre etmesi vb. zımnen bilenin bu olguları doğrulamıştır..)

Bürokrasi uluslararası konjonktürdeki değişikliklere göre kendi uyarlama bakımından da her zaman esneklik gösterebildi. Her kritik dönemde buna uyarlı politikalar geliştirdi. II, Paylaşım savaşı arifesinde “Milli Şef” döneminde, Almanların yükseliş trendine gösterdikleri zaman Türkiye’de Alman yanlışı hükümetler ve iç politikada da buna uyarlı iç politik uygulamalar geçerli oluyordu.. Gidişat müttefikler lehine geliştiği göründüğünde ise bu sefer Turancıların tutuklandığına, Alman yanlılarının geri çekildiğine tanık oluyoruz.. Kampanya halindeki “komünist tevkifatlarına” bakıldığında da bunların iç politik tehdit olma niteliğinden daha çok diş politikaya uyarlı olarak düzenlendiklerini görebiliyoruz.

Bence uluslararası dengelere de bağlı olarak Militarist bürokrasinin yapısal olarak sarsılıp gerilediği tek dönem 1950 Demokrat Parti iktidarı dönemidir. Amerikan sermayesinin Türkiye’ye girişi devletçi kurallarla işleyen bu ekonomik modelin de buna uyarlı olarak değişmesini zorladı. Kemalist yapı bu yeni normlara uymak için yapısal değişikliklere boyun eğmek zorunda kaldı. Yabancı sermaye desteğiyle güçlenen burjuvazi ilk kez Bürokratik vesayetten kurtularak devleti kendine göre dizayn etmeye Tek parti ve Milli Şef döneminin izlerini silmeye çalıştı.

Ordu, bu 10 yıllık geri çekilme sürecinde “iç manipülasyona” yöneldi. Nihayet 27 Mayıs 1960 darbesiyle kaybettiği ayrıcalık ve iktidar gücünü yeniden eline aldı. Kemalistlerin manipülasyonlarına başından beri açık olan Sol ve aydın muhalefeti Militarist bürokrasinin yanında saf tutmuştu. Birçok cuntacı Sol grup oluşmuş, Ordunun devrimci misyonu üzerine üretilen tezler revaçtaydı. Kemalistlerin demokratik muhalefete ödemek zorunda kaldığı bir diyet gibi duran 1961 Anayasası’nın yarattığı rahatsızlık, “anarşik ortam” ise 12 Mart Cuntasının “balyoz” darbeleriyle ortadan kaldırıldı.

Ordu bundan sonra da toplumsal muhalefeti, Türkiye devrimci ve sosyalist hareketini, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini ezmek; devleti yeniden askeri olarak reorganize etmek için 12 Eylül 1890 darbesini örgütledi. Militarist bürokrasinin siyasal egemenliği  kurumsallaştırıldı. Bundan sonra da zaten elindeki bütün olanaklarla tüm kurumları denetleyebilen ordu, denetim dışına çıkan her duruma da ya doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak müdahalelerde bulunmayı sürdürdü. DEP milletvekillerinin tutuklattırılmaları, cezalandırılmaları bir Genelkurmay eperasyonuydu. En son örneği ise “28 Şubat süreci” adıyla yasal hükümetin istifaya zorlanmasında görülmüştür. Milli Güvenlik Kurulu devletin gerçek yönetim erkidir. Siyasi partiler ve parlamento siyasetin gerçek aktörleri değil figüranlarıdır. Genelkurmayın hazırladığı “Siyaset Belgeleri” ise Anayasa ve diğer yasal mevzuatların üzerindedir..


Kemalizmin manipülasyon yeteneği

Kemalist hareketin başarısı, elindeki kozları kullanabilmesinde ve dengelerle oynayabilmesinde yatar. 20. yüzyıl boyunca dış politika ve uluslararası desteklerinin temelini de bu denge politikası vardır.

İki kutuplu dünya dengeleri içinde Türkiye, Batının “Sovyet tehdidine karşı ileri karakol” olma misyonunu sürdürüyordu. Bu nedenle sistem içindeki bütün “aşırılıklarına” da göz yumuluyordu. Yine sistem içindeki Yunanistan’la olan çelişmeleri karşısında ABD ve Avrupa iki ülkeyi dengeleme politikası geliştirmişlerdi. Yine de Türkiye kendi tezlerini dayatmak istediği zaman Sovyet alternatifini hatırlatmayı da hiçbir zaman ihmal etmedi. Batıyla yaşanan her ciddi krizde SSCB ile dostluk ve işbirliği antlaşmaları yenilendi, ziyaretler, ticari ilişkiler vb. geliştirilerek gerekli mesajlar usturüplu biçimlerde verildi.

Türkiye’nin uluslararası alandaki “hassasiyetlerinin” başında hem kendi işgal ve egemenliğindeki Kürdistan parçası, hem de diğer parçalardaki sömürge statüsünün bekçiliği gelmektedir.

Militarist bürokratik yapının sarsıntıya uğradığı dönemeçlerden biri de Özal Dönemidir. Bu da yine 1990’lı yıllarda Doğu Bloğunun çözülüşü ile birilikte militarist bürokratik yapının dayandığı uluslararası konjonktürü de tamamen değişmesiyle bağlantılıdır.

Özal zamanın  ruhunu iyi okudu ve buna uygun politikalara yönelmekte tereddüt göstermedi. Berlin duvarının yıkılması, değişim milatları, Dünyadaki global değişim Kürdistan ulusal hareketinin de Ortadoğu\'daki statüsünün gevşemesini ve bütün enerjisiyle ortaya çıkmasına da vesile oldu. Kuzey Kürdistan’da gerilla hareketinin kitleselleşmesi; Körfez savaşı sonrasında  Güney Kürdistan’da “de facto” bir özerk bölgenin oluşması, TC yöneticilerinin tam da bu dönemde “Kürt kimliğini tanıdıkları ve Federasyonu bile tartışmaya hazır oldukları” mesajları vermeye başlamaları bu değişimin Türkiye açısından yansımasıdır.

Fakat bu arada yine başka bir hesap Türkiye’de Kemalist yapının imdadına yetişti. Doğu Bloğu ülkelerinde sistem rasyonellerine dönme ve kapitalist restorasyondan daha hızlı bir biçimde, etnik-ulusal hesaplaşmalar gündeme geldi. Kafkasya’dan Balkanlara kadar eski Doğu Bloğu egemenliğinin var olduğu bu alandaki değişimlere müdahale edebilmek için, Globalizmin kumanda merkezleri Türkiye’nin istikrarsızlaşmasını göze alamadılar.  Bu alanlardaki bölünme ve ayrışmalara hem kendi lehlerine müdahale edebilmek., kontrol altında alanları yakından kontrol edebilmek için Türkiye’nin partnerliğine ihtiyaç duydular.

Duvarların yıkılmasının ardından ayakları havada kalan NATO gibi tüm militarist örgütlenmeler kendilerine Sovyetler Birliği yerine yeni bir “hayali düşman” icat etmişlerdi. Eskisi kadar inandırıcı ve güçlü olmasa da radikal siyasal İslam yakın doğu toplumlarında yarattığı köktenci etki Batının yeni ve ortak “tehdit algılaması” olarak görüldü. Türkiye’deki militarist bürokrasi de  bu konseptten yararlandı. Laisist modeliyle Batıyı tehdit eden radikal islama karşı doğal bir baraj olduğu savıyla, eski görevini yeni ideolojik argümanla korumaya çalıştı. Özellikle Avrupa Birliğinin korkularını bu noktada sık sık manipüle etmeyi başardı.

TC’nin Kuzey Kürdistan’daki gerilla hareketini ezmek için giriştiği bütün kirli savaş yöntemlerinin desteklenmesi veya göz yumulmasının izahı budur. Militarist bürokrasi bu opsiyondan faydalanarak Özal döneminde kaybettiği bütün kontrol mekanizmalarını yeniledi. Toplumu Kürdistan’daki savaşa da endeksli olarak da terörize etti, tüm eleştiri ve tartışmaların üzerinde kaldı.


Militarist bürokratik yapı dış konjonktürünü kaybetti..

ABD’nin Irak Operasyonuna (Daha doğrusu Ortadoğu operasyonuna) başladığı süreçte ise asıl olarak 1990’larda değişen dünya dengelerinde sonra Türkiye’deki militarist bürokrasiye tanınan opsiyonun artık vaktini doldurduğunu görüyoruz. Bu keyfi bir şey değil, Avrupa açısından Doğuya ve Balkanlara dönük bütün istikrarsızlık alanlarını bir biçimde çözmüş olduğu ve hatta hızla entegrasyona hazırlandığı bir süreçtir.

 “İslami tehdit” denen şeyin zaten ciddi bir argüman olmadığını bilen sistemin kumanda merkezleri açısından Türkiye’nin önem ve değeri kendi gerçek boyutlarına çekilmiştir. Bu Türkiye\'nin sistem açısından hiçbir anlam ve önemi kalmamıştır, tamamen gözden çıkarılmıştır gibi bir yanlış çözümlemeye yol açmamalı. Ama TC’nin kendi pozisyonunu dayatmak, şımarmak ve sağa sola yaslanmak için önemli hiçbir kozu kalmamıştır.

Ve Türkiye bu pozisyonunu iyi okumadan, Güney kürdistan’da 10 yıl boyunca edindiği ayrıcalıklarını korumak hatta payını artırmak için Irak operasyonu öncesi ABD’yle pazarlığa girişti. Hatta bu pazarlığı İslamcı AKP hükümetiyle Ordu kanadının iç çekişmeleri açısında bir iç politika malzemesi olarak kullanmaya çalıştı. Oysa Türkiye’nin pazarlıkçı yaklaşımına fazla aldırış edilmemesi, Güney Kürdistan’a girme beyanatlarının AB ve ABD’den aynı tepkileri almasıyla iyice ortaya çıktı ki TC için kendini pahalıya satma, dayatma dönemi artık sona ermiştir.

Türkiye’deki son zamanlarda yaşanan “şoklar”, stratejik müttefikliğin sorgulanması vs. hep budur.

Sonuç olarak Türkiye’deki militarist bürokratik yapının varlık nedenlerinden biri olan dış konjonktürel koşulların ortadan kalktığını, 10 yıl önce kesintiye uğrayan bu sürecin kaldığı yerden işlemeye başladığını söyleyebiliriz. Avrupa Birliği de kendi bünyesine alabilmek için Kemalist devlet yapısında değişimler istediği gibi, ABD’de bu yapıyla işinin bittiğini sistemin kurallarına göre oynamasından başka seçeneği olmadığını artık daha kaba biçimde kendilerine hatırlatmaktadır.

Radikal İslam\'a karşı bir alternatif olma argümanı bir dereceye kadar geçerliliğini korumakla birlikte Kemalistlerin kendilerini dayatmak için oynayabilecekleri önemli bir koz kalmamıştır. Zaman zaman Çin, Rusya ve İran’la ilişkilerin geliştirilmesi gibi açık-uçuk laflar edilse bile bunların bir ağırlığı ve ciddiyetinin olmadığını bilinmektedir. Ekonominin iflas ettiği ve yalnızca IMF yönlendirmesi ve kredilerle ayakta durabildiği düşünüldüğünde , bu tür blöflerin caydırıcı olmak bir yana Globalizmin kumanda merkezleri tarafından artık tiksindirici birer şantaj olarak algılandıkları da bir gerçek.

Kemalizmin iç dinamikleri yanıltmasına izin verilmemeli..

Militarist bürokrasi ise dış dinamik desteklerini kaybettiği her dönemde yaptığı gibi yine kendi varlığını dışı karşı tahkim etmek üzere “iç manipülasyona” yönelmektedir. Hayali dış tehditler ve korkular icat edip, şovenizmi pompalayarak toplumsal katmanları kendi liderliği altında toplama manevralarına giriştiği görülüyor.

Kemalizm’in doğrudan yarattığı parti, örgüt ve kurumları bir yana bırakırsak, yarattığı manipülasyonlarına açık ve hazır bir çok kesim bulunuyor. Bunların başında ise Türk demokratları, aydınları ve Türk Solu geliyor. Her defasında cuntaların, darbelerin balyozlarına maruz kalmasına rağmen, militarist bürokrasinin en sıkıştığı zamanda “anti-emperyalizm, halkçılık, Ulusçuluk vb adına onun yardımına koşmaktan yüksünmeyen de şaşılacak biçimde kendileri olmaktadır.

Kemalizm’in manipülasyonlarına açık kesimlerden biri de Alevi toplumudur. Büyük oranda sol hareketlerle iç içe de mütalaa edebileceğimiz bu kesimin Kemalizm’e olan yakınlığı,. Osmanlı döneminin Sünni İslam\'a dayalı resmi din politikasının tersine, Kemalist laisizmin Aleviler açısından ilerici bir referans olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır.

Kemalizm’in sık sık manipüle etmeyi başardığı bir muhalefet öğesi de Kürt ulusal kurtuluş hareketidir. Daha çok sol ideolojik akım ve kültürün etkilenmesiyle oluşan bu etkilenme Kürt hareketinde derinlemesine ve yaygın biçimde nüfuz edemese bile Kemalistler kritik dönemeçlerde şu veya bu biçimlerde Kürt hareketini de manipüle etmeyi başarmışlardır. Kürt ulusal demokratik hareketindeki Kemalist yanılsamanın sadece Sol’dan kaynaklandığını sanmak çok yanlış olur. Örnekse: Sevr görüşmelerine katılan Kürt Teali Cemiyeti Başkanı Seyit Abdülkadir, Ermenilerle Konfederasyon halinde Bağımsız bir Kürdistan tezini karşı  Türklerin bu dar gününde onlara darbe indirmenin Kürtlüğe yakışmayacağı” türünden demeçler veriyordu.Erzurum ve Sivas Kongrelerine katılan kimi Kürt aşiret reisleri, (Hasan Hayri, Diyap ve Meço Ağalar gibi) Lozan konferansına telgraflar çekip Ankara hükümetine desteklerini bildirdiklerinde Sol’la herhangi bir ilişkileri yoktu. Ama Kemalistler onları Ermeni tehdidi ve Hilafeti; İslamlığı kurtarma gibi argümanlarla manipüle etmeyi başarmışlardı. Kemalistler de onları, yaptıkları bu kritik yardımlara rağmen darağacına göndermekten geri durmadı.

Bugün Kürt ulusal demokratik hareketi yeniden ve büyük ölçüde Kemalizmin manipülasyonuyla karşı karşıyadır. Öcalan’ın İmralı’dan gönderdiği Kemalizmi destekleyen söylem ve talimatlarıyla, bir zamanlar ulusal demokratik hareketten kapı dışarı edilmiş olan Kemalizm bu kez bacadan içeri girmeyi denemektedir. Demokratik Cumhuriyet projesiyle bunun yapıcı gücü olarak Militarist bürokrasinin öne sürülmesi bu yanıltmacanın ana eksenini oluşturuyor.

Oysa Türkiye’nin demokratikleşmesinin de Kürdistan’ın özgürleşmesinin de anahtarı militarist bürokratik yapının (Kemalist ideoloji ve politikanın) çözülmesine, dağıtılmasında durur. Militarist bürokratik yapı Kürdistan sorununu çözmez, onun niyeti bellidirki Kürt ulusal hareketinin içini boşaltmak, kendine entegre etmektir. Eğer kaçınılmaz olan bir takım düzenlemeler var ise de bunları sömürgeci tasarruflarını yeniden organize ederek yapmaktır.


Kürdistan açısından durum

Soruna Kürdistan açısından baktığımızda ise durum daha net bir görünüm kazanıyor. Kürdistan’ın uluslararası sömürge statüsünün bölge bekçisi herkesten ve her şeyden önce Türkiye\'dir. Diğer parçalardaki Kürdistan adına en küçük bir gelişmeye bile tahammülsüzlük gösteren, hatta dünyanın neresinde Kürtler için bir gelişme olursa bunu engellemeye çalışan en başta TC’dir. Türkiye’deki militarist yapının dış konjonktürünü kaybetmesi, bu engelleyici gücün de gerilemesi anlamına geliyor. Böylece TC’nin en azından Kürdistan’ın diğer  parçaları üzerindeki hot-zotçuluğu sınırlanabilir , bu parçalardaki demokratik gelişim daha rahat bir nefes alabilir. Irak’dan sonra TC despotizminin de çözülmesi özgürleşmenin önünü açacaktır. ABD’nin Irak müdahalesiyle ortaya çıkan bütün veriler bunu göstermektedir. Aynı gelişmelerin Küçük Güney  (Suriye) ve Doğu Kürdistan’da İran açısından da yaşanması muhtemeldir.

Türkiye’de Kemalist militarizmine çözülmesi yalnız Kürt ulusal hareketinin yeniden toparlanması ve kendi çözümlerini üretebilmesi içinde bir zemin yaratmakla kalmaz, aynı şekilde Ulusal zorbalık, işgal ve ilhakın hedefi olmuş bütün etnik topluluklar, uluslar için de demokratik taleplerin gerçekleştirilebileceği bir ortam doğuracaktır. Etnik farklılıklarını vurgulayan ve ulusal talepler geliştirmeye başlayan Zazalar açısından da, anavatanlarında fiziki olarak da yok olma tehdidiyle karşı karşıya olan Asri/Süryani toplumu ve Yezidiler açısından da, etnik kimliklerini sorgulamaya başlayan Lazlar, soykırımın tahribatlarından kurtulup kültürel bir canlanma için çabalayan Ermeniler, coğrafyamızın başat bir toplumsal ve siyasal öznesi durumundaki Aleviler kısaca bastırılmaya, sindirilmeye çalışılmış tüm ulusal/etnik, dinsel, kültürel kimlikler için kendi geleceklerini belirleme ve birbirleriyle yeni ve demokratik ilişkiler geliştirme için de bir başlangıç demektir bu yapının çözülmesi.

Militarist bürokratik oligarşinin dış konjonktürel varlık koşulları çözülmüştür; iç dinamiklerin yanılgılı siyasi hedefler yerine demokratikleşme ve özgürleşmenin yolunu açacak olan şeyin militarist yapının çözülmesini hızlandırmak olduğunu görmeleri gerekiyor.  Bu tarihsel bir fırsattır. Kemalistler iç ve dış dinamiklerin eş zamanlı olarak kendi aleyhine senkronize olmamasından çok yararlandı. Bu tarihsel dönemeçte hele hele Kürt ulusal hareketi adına militarist bürokratik yapıya destek verilmesi tarih önünde çok büyük bir vebal olur.
 

Gelawej.com

Yorumlar