Siyasal bir kategori olarak “azınlık” kavramının, akademik ve siyasal yazınımızdan çıkarılması gerektiğini düşünüyorum. Etnik, kültürel, dinsel, düşünsel ya da cinsel, hangi tür olursa olsun bütün kimliklerle ilgili “azınlık” ya da ”çoğunluk” ikilemine dayalı siyasal bir kategori oluşturmak, masum gibi görünen tehlikeli bir ayrımcılıktır.
Her şeyden önce “azınlık”, “çoğunluk” göreceli kavramlardır; bir etnik, kültürel niteliğin varolma hakkı onun az ya da çok olmasıyla bağlantılandırılamaz. Genel dünya ölçeğine başvurduğumuzda her etnik topluluk diğerleri karşısında bir “azınlık”tır. “Azınlık” kavramı belli bir coğrafyada sadece bir ulusun homojen çoğunluk olması gerektiği kabulüne dayanıyor. Dolayısıyla “diğeri” her nasılsa aralarına girmiş, yabancı olan, ayrıksı olan bir “azınlık” olmaktadır. Sonuçta azınlıklar için hoşgörüden korumadan vb. bahsedilse de sonuçta “azınlık” demek, “çoğunluğun” merhametine muhtaç olmak, korumasız olmak demektir.
Ulusal sorunların tartışıldığı hiçbir platform olmasın ki “azınlık” kavramından söz edilmesin! Ardından “azınlıkların korunması, azınlıklara hoşgörülü davranılması” gibi pek çok “hak” sıralansa da aslında bu kavram daha başında bir ayrıksılığı ve himayeye muhtaçlığı telkin eden, boyun eğmeyi, eşitsizliği kabullenmeyi vazeden bir anlam yüklüdür. Ne de olsa “azınlık”sın...
Diğer yandan sadece “az” olmanın güçsüzlük demek olmadığı, tüm oligarşik diktatörlüklerde görülebilir. Keza Güney Afrika örneğinde olduğu gibi “azınlık” etnik gruplar da (Avrupalı beyaz azınlık ) güçlü ve ezen ulus konumunda olabilir. Etnik,kültürel kimliklerin biri birleri karşısında “az” ya da “çok” olmalarına göre tarif eden, varlıklarını sayı ve etnik homojenlikle kıyaslayan tercihler son tahlilde ince bir şovenizmdir. Özünde sadece etnik ya da kültürel değil tüm kimlikleri “az” ya da “çok” olmanın göreceliğine göre kategorize etmek yanlıştır. Her birikendi bağlamında tartışılabilir. Bu çalışmamda tartışmayı etnik ve kültürel kimliklerde yoğunlaştıracağım için, bu olguya sadece değinmekle yetiniyorum.
“Azınlık” kavramı, siyasal psikoloji açısından da, “azınlık” olarak nitelenen ulusal toplulukları, daha başından kategorize eder, ayırır ve baskı altına alır. Bu ayrım çoğu kez tarihsel gerçeklikle de bağdaşmaz. Araştırmalarımızda gördüğümüz gibi, aynı coğrafyada bir zamanlar görkemli medeniyetler kuran uluslar, sistemli soykırım ve sürgünlerle göç ettirilerek mültecileştirilip kendi yurtlarında hem “köle” hem “azınlık” durumuna getirilebilmektedir. Tıpkı Amerika’nın en eski uygarlıkları İnka, Aztek ve Maya’ların mirasçılarının, bugün sadece “azınlık” olarak nitelendirilmeleri gibi.. Tıpkı Ermenilerin, Asurilerin kendi yurtlarında “azınlık” durumuna getirilmeleri gibi.
Örneğin Resmi tarihçiler Ermeni ve Rumları, Osmanlı toplumsal yapısı içinde sürekli olarak ”azınlık” diye tanımlamaktadır. Oysa bu uluslar, Osmanlı İmparatorluğu´’nun “azınlığı” değil, asıl unsurlarındandır. Diğer etnik öğeler de İmparatorluğun azınlığı değillerdi. Bu anlatım Türkleri, başat ve “çoğunluk” sayan, bunun için de her şeyin egemeni olmayı hakkettiğini varsayan şoven bir yaklaşımdır.
Osmanlı İmparatorluğunun üzerinde hüküm sürdüğü topraklarda bugün 29 egemen devlet bulunmaktadır; Türkiye, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Moldavya, Macaristan, Sırbistan-[Yeni Yugoslavya (Montenegro ve Kosova özerk bölgesi dahil)], Hırvatistan, Bosna-Hersegonya, Makedonya, Slovenya, Arnavutluk, Ermenistan, Suriye, Lübnan, İsrail, Ürdün, Irak, Mısır, Kuveyt, BAC, Yemen, Katar, Libya, Tunus, Cezayir, Suudi Arabistan, Kıbrıs, Fas, Bahreyn, Yemen. Bunlara kendi devletlerini kuramamış olan ve kırım, göç ettirme ve asimilasyon politikalarıyla yok edilmek istenen Kürtler, Suryaniler, Pontuslular ve Laz’ları, katarsak sayıyı 33’e kadar çıkarabiliriz.
Bunların hepsi tek başlarına ele alındığında diğerleri karşısında “azınlık” durumunda sayılabilir. Oysa her öğe egemen bir devlet halinde örgütlenebildiği gibi, Arap örneğinde gördüğümüz gibi aynı ulus birden çok devlete de bölünebiliyor ya da Kürtler gibi büyük nüfus çoğunluğuna sahip olsalar bile tamamen devletsiz kalabiliyorlar.
Gerek Rum ve Ermeni ulusları, gerekse diğer halklar “azınlık” değil, Osmanlı İmparatorluğunun asli öğeleriydi. Tıpkı, Kürt, Arap, Türk, Süryani, Çerkez, Laz, Bulgar, Sırp, Boşnak vd.. bütün halklar gibi. Ne eksik, ne fazla. Emperyalist müdahalelerle çizilen yapay sınırlar içinde de halkların birbirlerine karşı “azınlık”-“çoğunluk” haline gelmeleri tamamen sömürgeciliğin halklara yönelik tarihsel haksızlıklarına ve sistemin eşitsiz gelişim yasalarına, hatta bir takım tarihsel rastlantı ve konjonktürsel durumlara dayanır. Bunda ise hiçbir toplumun, hiçbir etnik kültürel grubun iradi bir sorumluluğundan bahsedilemez.
Avrupa’ya baktığımızda da sayısal orana vurulursa, bir çok eşdeğer örnek içerisinde “azınlık” sayılabilecek toplumların 300-500 binlik nüfuslarıyla devlet kurdukları görülür. Keza Baltık Cumhuriyetlerinin nüfusları da birkaç milyonu geçmediği gibi, yerleşik halkların nüfusu göçmenlere karşı % 30’un altına düştüğüne de tanık olabilmekteyiz.
Bu örnekler ulusal haklara, kendi kaderini tayin hakkına sahip olmak için “azınlık”-”çoğunluk” kavramlarının göreceliğine sığınmamın ne kadar yanlış ve siyasal amaçlı olduğuna küçük birer kanıttır sadece.
Emperyalizmin I.paylaşım savaşı öncesinde siyasi otoritesini pekiştirmek için Balkanlar’da izlediği ve adına siyaset bilimcileri tarafından “Balkanlaştırma” denilen politika; bir arada yaşayan halkların, etnik öğelerin, “ulus-devlet” tezi ile birbirleriyle boğazlaşmaya itilmeleri ve ortaya çıkan çok küçük devletlerin ayrı ayrı yönetilmeye çalışılması politikası üzerinde durmak gerekir.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, bir coğrafi alanda yaşayan bir ulusun o toprakta kendi bağımsız devletini kurabilmesini bir hak olarak ifade eder. O toprak parçasında ya da o ulusla birlikte yaşayan değişik uluslara mensup öğeler ise, “azınlık” statüsündeki bir takım haklara sahip olacaklardır. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ya da self-determination, burjuva milliyetçiliği tarafından “ulus-devlet”in omurgası gibi algılanmıştır. Tek toprak parçasında tek ulus hakimdir. Oradaki tüm ekonomik ve siyasal yaşamı bir tek ulus -ya da ulusun burjuvazisi- denetler, diğerleri için sadece sınırlı haklar söz konusudur. Bunlara çoğu kez üçüncü sınıf insanlar gözüyle bakılır ve eritilmeye, olmazsa dışlanmaya çalışılır. Şelf-determination hakkının kullanımında ulus-devletin kurulması temelinde çoğunluğu sağlama prensibi, halklar arasındaki çatışma ve yerel savaşların bir bahanesi haline gelebilmektedir. Bir coğrafi bölgede çoğunluğu oluşturarak orada “ulusal devlet” kurabilmek isteyen burjuvazi bunu sağlayabilmek için, birlikte yaşanan diğer halkları oralardan kovmak üzere harekete g˛
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, tek vatan-tek ulus mutlaklaştırılarak tek bir çözüme, “ulus-devlet” çözümüne indirgenemez. Self determination, bağımsızlaşmak, özgürleşmektir; ezen ulusun baskısından kurtulma, her türlü ulusal tahakkümden kurtulmaktır. Yoksa, diğer halklardan “kurtulmak” değildir. Hele, tarihsel süreçlerle etnik yapısında homojenliğin kaybolup heterojen bir bileşen meydana geldiği alanlarda “ulus-devlet” yaratma peşinde koşmak, doğrudan doğruya diğer halklarla mücadeleyi besleyen bir süreç dayatır. Böyle heterojen alanlarla kendi kaderini tayin hakkı ezilen ulusların ortak vatan kavramını kabul edecek bir formüle bağlanmak zorundaydı. Bunun siyasal üst yapıya nasıl yansıyacağı değişik biçimlerde belirlenebilir. Ancak, mekanik bir formül bulmak mümkün değil. Ama, herhalde yapılması gereken şey, ulusların aynı mahalleyi, aynı köyü paylaşabilmeleri ve bunun üst yapıda herhangi bir haksızlığa yol açmadan ortak yaşama bilinci olarak varolabilmesidir..
Ulusal mücadeleler tarihi, bir coğrafya da egemen tek ulusu haline gelmek için biraz çoğunluk olan ulusun diğerlerini kovmak için nasıl kanlı bir iç kavgaya sürüldüklerini ve bunun sonucunda kendilerinin de bağımlı ulus olmaktan bir türlü kurtulamamış olduklarını gösteriyor.
Bugünlerin moda deyimiyle “etnik arındırma” yok ederek kurtulma eyleminin itici mantığı, bir toprak parçasında egemen çoğunluk haline gelerek siyasal hak sahibi olmaktır. Siyasal hak sahibi olmak için illa “çoğunluk” olma zorunluluğu yoksa, etnik arındırmanın siyasal gerekçeleri de büyük ölçüde ortadan kalkacaktır.
“Etnik arındırma” deyimine itirazımız “arındırma”nın bir temizlik işlemine denk düşmesidir. Arınma, temizlenme, kirlerden, pisliklerden kurtulma vurgusuyla; etnik varlıklar “pislik, kötülük” olarak işaret edilmiş olmaktadır. “Arındırma” adı verilen işlemin soykırım, zorla göç ettirme, asimilasyon gibi insanlık suçlarından oluştuğu düşünülürse; bu barbarlıklara “arınma” adı vermek en azından bu eylemi insan bilincinde “aklamak”tan başka bir anlama gelmez. Benim tercihim “etnik homojenleşme” ya da “halkların tasfiyesi” kavramlarını kullanmaktır..
Halklar kendi iradelerinden bağımsız olarak coğrafya değiştirdiklerinde alınlarına “azınlık statüsü” siyasal yazgı da yazılmamalı. Nihayet yeryüzü bütün insanlarındır; bir kimliğin diğerine göre “az” ya da “çok” oluşlarını durmadan hatırlatmanın, siyasal bir baskı amacı taşımıyorsa ne anlamı var?
Bu nedenle doğru terminolojinin “Azınlık” değil “birlikte yaşadığımız halklar” olduğunu düşünüyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder