Recep Maraşlı
Modern araçlarla yürütülen klasik sömürge savaşı..
Irak’a karşı yürüttüğü savaş ABD’nin stratejik yönelimin sadece bir aşaması.. O, elinde bulundurduğu askeri ve siyasal güce dayanarak, bugünkü ve gelecekteki muhtemel bütün rakiplerini bastıracak bir küresel imparatorluk kurma peşindedir. Buna bir anlamda zorunlu olduğunu söyleyen birçok uzman var. ABD’nin soğuk savaş yıllarından beri oluşturduğu muazzam savaş makinası, Doğu blokunun çözülüşünden sonra düşmansız kaldı, varlığının meşruiyet gerekçelerini önemli oranda yitirdi. Savaş endüstrisinin kendisini yeniden üretebilmesi için yeni düşmanlar, büyük korkular ve savaş endüstrisiyle ilintili bir pazar yaratması gerekiyordu. ABD yönetiminin küresel şiddet politikasını yeniden gündemleştirmesinin bununla ilintili bir başka nedeni de küresel ekonomide kendi kazanımları aleyhine gelişebilecek tüm tehditleri askeri güçle caydırmak, rakiplerini barajlamak..
İdeolojik söylemler, öne sürülen siyasal argümanlar ne olursa olsun sorunun arka planında bu ihtiyaçlar yatmaktadır. Komplo teorilerine hiç yakınlık duymam ama, ABD’de 11 Eylül olaylarının yarattığı dehşetin, savaş makinasını tüm dünyada harekete geçirmek için bizzat planlanmış veya özendirilmiş olabileceğini düşünmek için artık birçok haklı nedenimiz var. Hele “Texaslı” savaş ekibinin, seçimler sonrasında neredeyse zorla iktidara oturduklarını da hesaba katarsak...
Savaş tehdidi ve askeri şiddetin bir hedefi ise kuşkusuz, küresel eşitsizliğin kurbanı olan yoksul yığınlara gözdağı vermek ve radikal eğilimlere karşı caydırıcı olabilmektir. Bütün alanlara aynı şiddeti uygulamak olanaksız olabilir, fakat seçilmiş noktalara yapılacak operasyonların, benzerleri için caydırıcı bir etki yaratacağı düşünülüyor.
“Uluslararası terörizm” her ne kadar uydurulmuş bir kavram da olsa, sistemin muhalifi olan güçlerin bilgi ve iletişim çağında, yüksek teknolojiye ulaşmaları, bir takım ölümcül silahlarla caydırıcı bir pazarlık gücüne ulaşmaları mümkündür ve bu küreyi yöneten sınıfların uykusunu kaçıran bir ihtimaldir. Sistem muhaliflerinin silahsızlandırılmaları, yöneten sınıflar açısından bütün zamanların temel politikalarından biridir.
Afganistan’ın ilk hedef seçilmesi kuşkusuz jeostratejik nedenlerle ilgiliydi ama aynı zamanda Afganistan operasyonu, “düşman” kavramının mistifikasyona uğratılarak, her yerin ve herşeyin saldırılabilir olabileceği bir konseptin yaratılması açısından da önemliydi. Dünyanın en büyük süper gücünün, dünyanın en yoksul ülkesini kendisi için en yakın tehdit olarak ilan edip operasyon yapabilmesi (soyut düşünüldüğünde karikatür gibi gelen bu manzara) bence modern zamanların manipülasyon araçları hakkında ürkütücü bir fikir veriyor.
Afganistan operasyonu için küresel tepkinin çok sınırlı kaldığı, ortaya bugünkü gibi koalisyon çelişkileri çıkmadığını da anımsayalım.Oysa Afganistan’a saldırmak için öne sürülen gerekçeler, bugün Irak operasyonu için kullanılan argümanlara göre çok daha saçma ve temelsizdi...
ABD giderek hedefi büyütmüş ve Ortadoğu’ya yönelmiş bulunuyor. Suriye ve İran’ın bu hedef çemberinin içinde olduğu açık. İleride Kore gibi ülkelere yönelecek Pasifik operasyonlarına başlanması da mümkün.
Saddam rejimine yönelik suçlamaların örneğin 9 yıl önce de geçerliyken, neden bugün ve acil müdahale için gerekçe yapıldığı, sadece ABD’nin bahaneye ihtiyacı olmasıyla açıklanabilir. Irak’ın sahip olduğu kimyasal ve biyolojik silah üretiminin tehdit oluşturduğu gerekçesi doğru olsaydı, sadece buraların hedef seçileceği bir hava operasyonu yeterliydi. Amaç tehdit altında olan halkları korumak ve demokrasi olsaydı, Güney Kürdistan’daki Federal devletin bağımsızlığını tanıyıp uluslararası güvenceye almak ve Filistin sorununu çözmek gerekmez miydi? Ama hayır, O bunların hiçbirini yapmıyor; kendi sözcülerinin de açıkladığı gibi en az 20-25 yıl kalıcı olmayı planlıyorlar, amaçlarının rejim ihraç etmek olduğunu söylüyorlar. Bu nedenle bölgeye büyük bir askeri güç yığdılar. Kendilerini frenleyecek uluslararası hukuk kurallarını, teamülleri yerine getirmeden, BM gibi kurumları da boşa çıkarıp anlamsızlaştırarak savaş ilan ettiler. ABD, ortağı İngiltere ile birlikte düpedüz Ortadoğuyu işgale, yerinde yönetmeye geliyor. Yaptığı şeyin adı 21. yüzyılın modern araçlarıyla 19.yüzyılın klasik sömürgeciliğini uygulamaktır.
“Beyaz adam” zihniyetinin bugün Ortadoğuya “özgürlük, adalet, demokrasi” getirme söylemiyle yüzyıl önceki “medeniyet taşıma misyonu” birbirinin devamı niteliğinde...
ABD ancak “Pirus Zaferi” kazanabilir..
Birçok siyasal gözlemci, staretejist, askeri uzman sabah-akşam harıl harıl, savaşın gidişatını ABD’nin kazanıp kazanamayacağını tartışıyorlar. Ben ABD’nin dünya kamuoyuna deklere ettiği amaçlarının çoğunu başaramayacağını düşünüyorum. Ama temel sorun zaten savaş makinasının kurtlarını dökmesi, ekonomik kazançlarının katlanması, rakiplerinin kısa vadede sindirilmesi olduğuna göre ABD aslında istediklerini elde etmiş olacak...
Ortadoğu’ya yeni bir biçim verme iddialarının ise gerçekleşmeyeceğine, askeri güç kullanarak ne kadar zaman çöreklenecekse çöreklensin, sonuçta bu coğrafyadan peşinde büyük bir sosyal enkaz bırakarak çekip gitmek zorunda kalacağına inanıyorum. Çünkü hiçbir toplumsal sorun böyle çözülemez, hiçbir topluma askeri zorbalık, işgal ve dayatmayla “demokrasi!”adıyla da olsa bir model uygulatamazsınız. Kökleri derinlerde duran ve iç dinamikleriyle olgunlaşmamış, Ortadoğunun etnik, dinse, sınıfsal problemlerini sadece daha da kötü bir hale getirmekten başka bir işe yaramaz bu. Büyük bir saflıkla ABD’nin Bağdat’a kurulup şenlik içinde Ortadoğuyu biçimlendireceğine inananları anlamıyorum, -ki ABD’nin de kendine böyle bir angarya seçtiğini de tahmin etmiyorum zaten. İşte 60 yıldır Filistin sorunu nasıl çözülebilmişse öyle çözecektir sorunları.
Hele şu andaki ABD yönetiminin inanılmaz dar görüşlülüğünü dikkate alırsak bu, büsbütün olanaksız görünüyor. Örneğin daha işin başında diplomaside yenilgiye uğradı, ittifaka dahil edebileceği birçok müttefikini karşısına aldı. Sözgelimi TC’nin ABD’ye karşı çıkmak gibi bir niyeti yokken bu pozisyona itilmesinde kendilerinin payı da büyük.. Irak muhalefetiyle yürütülen ilişkiler, Irak’ın toplumsal yapısına ilişkin (örneğin Şiilerin ayaklanacağı, orduda isyan çıkacağı gibi) öngörüler tam bir felaket.. Üstün teknolojiye rağmen savaş planlarının da çok ahım şahım olmadığı görüldü. Daha savaşın başında tökezlemelerinin bilinçli ve planlı yapıldığını söylemeyeceksek bu yönetimin en büyük rakibinin kendi aymazlıkları olduğunu/ olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bitmedi; daha bir ay önce tüm dünyanın eli kanlı bir Ortadoğu diktatörü olduğundan kuşku duymadığı Saddam’ı, kendisinden kat kat üstün güçlere kafa tutan “anti-emperyalist ulusal bir Arap kahramanı” olarak algılanır hale getirmeyi başardı. Zalim bir diktatörün bir kahramana çevirdi. Kendisini saldırıya uğrayanla özdeşleştirerek Irak rejiminin ABD’ye karşı başarısını isteyen açık veya gizli büyük bir kamuoyu yaratmış oldu.. Şimdi artık birçok insan bir ay öncesine göre açık farkla Saddam’ rejiminin Halepçe katliamını, Anfal kampanyalarını hatırlamıyor: bu fotoğraflarını yerini hızla ABD’nin işlemekte olduğu cinayetler alıyor.
Irak operasyonu iki önemli bölgesel akıma tepkisel bir enerji vermiş ve tetiklemiştir: Arap milliyetçiliği ve İslami fundementalizm.. Özellikle Arap milliyetçiliği –Filistin sorunundaki gerilim dışında- batı yörüngesine kaymakta. Keza İslami fundemantalizm ise geri çekilme süreci yaşamaktaydı. Etikileri yakın vadede görüleceği gibi bu akımlar, küreselleşmenin ezdiği tüm yoksullar tarafından kendilerini ifade edebilecekleri radikal bir alan olarak görülecekler..
Irak saldırısının tüm dünya halklarının ve hatta yöneten sınıflarının zihinsel arka planında anti-amerikan refleksi güçlendirdiğini de eklemeliyim. Belki de anti-Amerikan kamuoyu Vietnam savaşından bu yana bu denli kabarmamıştı. Kovboy uyanık olduğu sürece sağa sola ateş saçarak herkesi korkutabilir ama ya uykusu geldiği zaman ne olacak?
Bir kere ABD, asıl olarak Irak’la değil dünya kamuoyunun hergeçen gün azalan desteği ve artan tepkisiyle mücadele etmek zorunda kalacaktır. Nasıl herkesi “sonuçlarına katlanmak”la tehdit ediyorsa, tek başına bütün dünyaya, bütün kültürlere, anlayışlara meydan okumasının “sonuçlarına da katlanmak” zorunda kalacaktır.
Sonuçta ABD’nin stratejik yönelimlerinin de savaş politikalarını, şiddeti, küresel gerilimi, yeni haksızlık ve daha büyük acıları doğuracağı ve insanlığın geleceğini karanlığa attığını söylemek kehanet olmasa gerekir. Yalnızca sosyalist hareketin değil, demokrasiden yana tüm insanlığın bu saldırganlık politikasına karşısına dikilmesi gerekiyor.
Kürtler açısından tarihin ironisi:
Bir işgal savaşıyla bir özgürlük savaşının kesişmesi..
Ne varki Irak savaşının bir başka yüzü de Saddam rejiminin gerçek kurbanı olan Kürt halkıyla ilgilidir. Halepçe’de olduğu gibi zehirli gazlarla kitle imhasının hedefi olan Kürtler, Kamuoyunda daha az bilinen fakat daha kapsamlı bir etnik soykırıma da uğratılmıştı: Arapların Anfal adı verdikleri bu boğazlama girişiminin yaklaşık 200 bin insanın canına mal olduğu tahmin ediliyor. Güney Kürdistanlı insanların ancak Körfez savaşından sonra 36. Paralele konulan uçuş yaşağı ve Çekiç Güç koruması altında Irak saldırganlığından bir parça soluklanabildikleri çok açık.
Bu dönemden ne kadar iyi yararlanılabildiği ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte Güney kürdistanlılar bu süreçte herşeye rağmen kendi kendilerini yönetebilen kendi geleceklerine sahip çıkan bir ulus olma iradelerini ontaya koymuşlardır. Yerel yönetimler, parlamento, hükümet, ordu gibi devletleşmeye ilişkin bir çok kurum oluşturmuşlar; üretimden, ticarete, eğitim ve öğretimden, kültürel çalışmalara ve bayındırlığa kadar gibi bir dizi alanda kayda değer ilerlemeler sağlamışlardır.
Bütün bölge gericiliklerinin bu mütavazi adımlardan bile ne kadar rahatsız oldukları, hed fırsatta onu proveke edip dağıtmaya, saldırmaya ortadan kaldırmaya hazır oldukları bilinen bir gerçek. PKK bahanesiyle bölgede at oynatan ve savaşla birlikte de fırsattan istifade bölgeyi tümüyle işgale hazırlanan TC bir yanda, öbür yanda her fırsatta kışkırtmalarda bulunan İran’ı ve bir parça suda boğmak için fırsat kollayan Irak’ı gibi bölge gericilikleri arasında kendisine bir nefes borusu açmış olan bu halk, gerçek bir uluslararası güvenceden yine de yoksundur, tehdit altındadır.
Şimdi Irak rejimine yeni bir fiili müdahalenin yapılmakta olduğu ve ABD’nin bölgeye ilişkin yeni biçimlendirmelerinin tartışıldığı bu anda Kürtlerin pozisyonu son derece önem kazanmaktadır. İşte bu noktada Kürt halkı ve elbette bu coğrafyada birlikte yaşanan Asuri-Süryani, Yezidi ve Türkmenler açısından ironik bir durum yaşanmaktadır. ABD koalisyonunun Irak’a karşı işgal savaşı ile Kürtlerin özgürlük ve otonomi mücadelesinin yolları kesişmiştir. Arka planındaki emperyal düşüncelere, güvensizlik unsurları barındırmasına rağmen ABD’nin Irak müdahalesi Kürt ulusal mücadelesi açısından böyle bir somut içerik taşımaktadır.
Bu da başta sosyalistler olmak üzere küresel demokratik muhalefetin, Kürtlerin pozisyonuyla hiç alakalı olmaksızın onların gerçek cellatlarıyla birlikte hareket etmesi gibi bir beklentiye, Türk solunda görüldüğü gibi de suçlamaya dönüşmüştür.
Peki Kürdistanlı sosyalistler açısından tavır ne olmalıdır; bu gerçek paradoks karşısında doğru tutum nedir?
Kürdistansorunu başından beri bütün modellemelerle çelişen, özgün yapısal özellikleri olan bir “ulusal sorun” du, bugün de böyledir. Öncelikle şu ayrımın altını çizerek işe başlayabiliriz:
Amerikalıların yürüttüğü savaş ile Kürtlerin yürüttüğü savaşın birbirinden niteliksel olarak farklıdır. ABD Irak’ı işgal savaşı veriyor, Kürtler ise işgal edilen topraklarını kurtarma savaşı veriyorlar. Birisi boyunduruk altına alma savaşıdır, öbürü ise kurtuluş savaşı. Bu iki savaşın aynı anda Irak’a karşı gerçekleşmesi ve birbirini destekliyor olması tarihin ironilerinden biridir.
Kürtler, Irak rejimiyle mücadeleye ABD ile birlikte başlamadılar. Onlar 1919 İngiliz manda yönetimini ve Şeyh Mahmud’u başlangıç noktası kabul edersek, 80 yıldır Irak yönetimleriyle savaşıyorlar.. 30 yılı aşkın bir zamandır –ta Mustafa Barzani döneminden beri- Saddam yönetimi ile fiilen savaş halindeler. Kürtler gidip ABD’nin savaşına skatılmamışlar, tersine çıkarlarının keşistiği bir noktada ABD’nin yolu bir biçimiyle Kürtlerin savaşıyla kesişmiştir. Bunun Kürt ulusal mücadelesi açısından somut fiili bir destek, tarihi bir olanak olduğu açıktır...
Güney Kürtleri başka bir sürü seçenek arasından ABD’nin Irak politikasını tercih edip desteklemiş değiller. Tersine belki de tarihte çok ender görülebilecek bir şekilde ikinci kez ABD’nin Irak politikası, Kürtlerin, Irak rejimine karşı yürüttükleri özgürlük ve otonomi mücadelesiyle çakışmış bulunuyor. Başka birçok açıdan ters ve uygunsuz olsa da nesnel durum budur. Kürtler ABD politikasına yanaşmamış, tersine, Irak’a karşı yürüttüğü politika kaçınılmaz olarak ABD’yi Kürtlerin taleplerini hesaplamak zorunda bırakmıştır. Üst üste gelen bu çakışmadan ötürü Kürtleri “ABD’nin hegemonya politikalarının işbirlikçisi” olmakla suçlamak büyük bir saçmalıktır. Kürtler, Asuriler, Yezidilerin yürüttükleri mücadele başka halkları boyunduruk altına alma, rejim empoze etme mücadelesi değil bir ulusal özgürlük savaşıdır.
ABD için ise durum farklıdır: ABD’nin derdi Kürtlerin özgürlüğü falan değildir. O, hegemonyal stretejisinin bir parçası olarak Irak’ı hedefe koyduğunda, Irak rejimiyle mücadele halindeki Kürtler de otomatik olarak kendilerinin o ‘andaki’ müttefiki olarak buldu. “Irak Muhalefiti” diye adlandılar koalisyonun içinde örgütlü, askeri ve siyasi gücü bulunan gerçekten “muhalif” tek kitlesel güç Kürtlerdir. Bu da nesnel bir zemine dayanıyor.
Bu noktada Kürt hareketine, Saddam’la birlikte ABD’yle birlikte savaşması gibi bir “sol” öneri yapılabilir mi? Hayır!
Durumu şöyle de resmedebiliriz. Düşünün ki insanlar yıllardır bir zindanın içinde çeşitli zulüm ve işkencelerle boğuşmaktadırlar. Günün birinde bir başka haydut, sizin zindancıbaşınıza başka bir nedenle de olsa savaş ilan ediyor ve zindanın kapılarını açıyor.
Şöyle bir şey denebilir mi?
“Hayır sen de bir haydutsun, onun için zindanın kapılarını açmanı istemiyoruz, hatta biz celladımızla bir olup seninle savaşacağız!..”
Bundan daha saçma bir şey olabilir mi?
Gelin görünki, Kürtlerin bu tablodaki özgün durumunu görmek istemeyen sol, liberal veya demokrat farketmiyor çoğu kişi bu anlama gelen önermeler yapıyorlar Kürtlere. Çoğsu açıkça “cellat Saddam rejimini savunmak üzere ABD ile savaşın” demkekteler. Oysa böyle bir şey ne pratik ne de psikolojik olarak mümkün değildir.
Kimbilir belki Saddam rejimi, gelişmeleri öngörerek Kürt muhalefetini tolere etmek için daha önceden bir takım adımlar atmış olsaydı, örnekse bizzat kendisinin tek taraflı olarak rafa kaldırdığı 1971 otonomi anlaşmasını kabul ettiğini açıklasa, “de facto” varolan Kürt yönetimini tanısa ve hatta yönetime ortak etme gibi manevralar yapmış olsaydı –ki sırf manevra olarak bile olsa!- bu önermeler belki bir anlam ifade edebilirdi.
Güney Kürdistan’ın 1990’lı yıllar boyunca ancak Çekiç Güç’ün himayesi altında Irak’ın saldırılarından uzak kalabildiği ve bir özyönetim kurabilme şansı edinebildiği düşünülürse, bu konsepte hayali bir karşı duruş istemek için hiç bir neden yoktur.
Kerkük’te Irak, Bağdat’ta Amerikan işgaline karşı...
Benim bu durumda “sol”dan yapabileceğim öneri, Kürt ulusal güçlerinin kendi eylemleri ile ABD’ninkiler arasına kesin bir ayrım koymalarıdır. Allegorik bir örnek olarak Kürt peşmergeleri Kerkük’e yöneldikleri zaman bu, kendi ülkelerinin Irak işgali altındaki başkentlerini kurtarma savaşıdır. Ama aynı peşmergeler Bağdat’ın işgalinde ABD’yle birlikte olurlarsa işte bu “işbirliği”dir.
Kerkük’ü burada bir metafor olarak kullanmamın nedeni şu. Bu kent TC dahil bölge gericilikleriyle emperyal amaçların kapışma alanı olacak bir noktada olması. Irak Baas hükümetiyle KDP arasında imzalanan 1971 otonomi anlaşmasına göre Kerkük, otonom Kürt bölgesinin başkentidir. Kerkük’ün zengil petrol yataklarına sahip olması ve aynı zamanda çok uluslu bir niteliğe sahip olması, buranın kolay kolay Kürt yönetimine bırakılmak istenmemesinin verilerini oluşturuyor.
Kerkük’ün çok etnikli yapısının Kürt otonomi yönetiminin tam bir “etnik demokrasi” formülasyonu ile çözülebileceğini, bunun bir sorun değil bir avantaja dönüştürülebileceğini düşünüyorum. Sorun bölgenin petrol zenginliklerinin, yerli halklarca kullanılmasına razı gelmeyecek olan emperyal ve sömürgeci anlayışlardır. Türlü bahane ve provakasyonlarla aslan payını kendilerinin kapacağı bir kargaşa yaratacaklarını, Kerkük şehrine bir mandater yönetimi dayatacaklarını söylemek mümkün.
Bu ve buna benzer noktalarda Kürdistan’lı güçlerin ABD koalisyonuyla da çelişip, çatışmaları da mümkün görünüyor. Geçenlerde bir haber sitesinde okudum; Bir peşmerge komutanı “ABD bizim Kerkük’ü ele geçirmemizi engelleyemez.” demekteydi. Bence bu veciz açıklama, ABD’nin Güney Kürdistan’daki varlığının çelişkili durumuna ve Kürtlerin sanıldığının aksina bu konuda duyarlı olduklarına da işaret ediyor.
Kaldıki izleyebildiğim kadariyla Güney Kürdistan’ın iki güçlü örgütü KDP ve KYB de zaten bu koşullar altında Amerikan politikaları karşısında kısmen mesafeli durmaya, bölge bağlantılarını da ihmal etmeyen bir diplomasi izlemeye çalışıyorlar. TC’nin işgal tehditlerine karşı, Güney Kürdistan’lı örgütlerin, tarihlerinde ilk kez TC’ye karşı kesin bir tavır alarak TSK ile savaşacaklarını ilan etmeleri, İran ve Suriye gibi diğer bölge decletlerinin de uyarılması, Güneyin özerk siyasi tutumunun ciddi kanıtlarıdır.
Sanıyorum ki Kürtlerin, TC’ye karşı aldıkları bu kitlesel ve siyasi tavır, ABD’nin TC ‘yi Kuzey cephesine ortak etme niyet ve planlarını bozdu. ABD’nin bölgedeki etnik, dinsel, toplumsal çelişmeleri kavrayan, çözüm düşünen bir öngörüsü yoktu. ( Herhalde bu işi uzmanı olan İngilizlere bırakıyorlar!) TC’yle oturup Kuzey Cephesinde yapacakları üzerine pazarlıklara girişmekte herhangi bir sorun görmüyordu. Bereket versin ki TC’nin siyasi ve mali açgözlülüğü, iç siyaset dengelerindeki yalpalamalarla birleşip Pentagon’un burnundan kıl aldırmayan kurmaylarının canını sıkınca, ve bir Kürt-Türk savaşının ABD’nin işini iyice bozacağı anlaşılınca işler oldukça değişti. Kürtler, kesin bir tavır almamış olsaydı şimdi Güney Kürdistan’daki bütün kritik noktaları TSK tutuyor olacaktı.
Sistem içindeki çelişkilerden yararlanılabilir mi?
Her biri kendi çapında bölgesel despotlar olan, ve hatta Türkiye ve İran için bir zamanlar “alt emperyalist birim” tartışmalarını yaptığımız bu rijimlerle, globalizmin efendilerinin çelişmesi yalnızca Kürtler açısından değil dünya sosyalist hareketi açısından da açıklanmaya muhtaç. Teorik olarak aralarında organik bir bütünlük, en azından uyum olduğu varsayılan gerici rejimlerle emperyalistler neden ve ne için çelişiyorlar? Sosyalistler bu çelişmede kendi halklarına kan kusturan bu gerici rejimleri savunmak zorundalar mı?
Sosyalistlerin ve bir bütün olarak küreselleşme muhalifi savaş karşıtı koalisyonun da cevaplaması gereken bu soru, nedense parmak sallayarak yalnızca Kürtlere soruluyor..
Ben makul karşılayarak kendi adıma şöyle cevaplıyorum: Evet sistemin egemenleri ile bölge taşeronları arasında ciddi bir kriz yaşanmaktadır ve bu kriz savaş ve dayatma ile çözüm noktasına varmıştır. Bu çelişmede emperyalist hegemonik tarafın saldırganlıgını onaylamak ne kadar yanlış ise, onun bölge taşeronlarının niteliklerini bir anda unutmak ve hatta (ilerici, anti-emperyalist) gibi yüz kızartıcı nitelemelerle aklamak başka bir yanlıştır. Savaş karşıtı cephe, bölge gericiliklerinin nitelikleri üzerine yeterince vurgu yapmadığı ve hatta giderek bu rejimleri benimsemeye başladığı oranda büyük bir paradoksun içine yuvarlanıyor.
ABD koalisyonu ile bölge gericilikleri arasındaki bu somut çelişme Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi için kendisinden yararlanılması mümkün tarihsel bir zemin oluşturmaktadır. Bu çatlaktan yararlanmamak, buradan çıkış yapmamak bir lükstür Kürtler için.. Çünkü böylesi bir çatlak tarih sahnesine belki yüzyılda bir gelebilmektedir. 1. Dünya savaşının koşullarıyla uluslararası bir sömürge cenderesine hapsedilen Kürtler neden ve niçin bu statükoyu savunsunlar ki? Bu nedenle Kürdistan’lı güçlerin kendi ulusal programlarına uyduğu bütün noktalarda koalisyondan yararlanmaları rasyonel bir politikadır.
Bu noktada Kürt ulusal demokratik güçlerinin bağımsız bir politika izlemeleri, koalisyonun emperyal amaçlarını değil, kendi özgürlük amaçlarını temel almaları, yanlış şeyler yapılmasını engelleyecek bir pusula olabilir.
Kısaca Kürt ulusal güçleri bu çelişkiden yararlanırken ABD politikaları karşısında da kendi pozisyonlarını savunan, onun planlarına karşı da bir öngörüye sahip olmak durumundalar
Burada kritik sorun şudur. Öyleyse “ABD’nin bölgede işi ne? O da bir işgalci-emperyal bir güç değil mi? Tutarlı olmak, ABD’nin bölgedeki varlığına da karşı olmayı gerektirmiyor mu?”
Bu sorunun cevabını verirken, “Kürdistan gibi dört bir yanı kendisini bir kaşık suda boğmaya çalışan gerici rejimlerle (TC’nin militarist kemalist diktatörlüğü, Irak ve Suriye’nin militarist Baas rejimleri, Iran’ın islamcı despotizmi) çevrili olan bir toplumun, kendisine özgürlük alanı açmak için nasıl bir çıkış yolu olabilir?” gibi yaşamsal bir soruyu da dikkate almak durumundayız.
Bu rejimlerin aralarındaki ihtilaflar ne olursa olsun birbirleriyle Kürdistan’ı boğmak konusunda sürekli bir işbirliği içinde oldukları bir sır değil. Gerçi zaman zaman bu ittifakta çatlaklar oluşmuş, Kürt ulusal güçleri çatlaklardan yararlanmaya çalıştılarsa da, ağır sonuçları doğurdu çoğu kez. Kuşkusuz bu, sömürgeciler arasındaki çelişkilerden yararlanmanın imkansız olduğu anlamına gelmiyor. Geçmiş deneyimlerin daha çok olumsuz sonuç vermesinde, Kürt gruplarındaki siyaset anlayışları ve mantaletinin rolü büyüktür. Onlar, sömürgeciler arasındaki çelişilerden yararlanmak yerine, sömügecilerin Kürdistani güçler arasındaki çelişkilerden yararlanmalarına fırsat verdiler, bu bir kader değildi, böyle olmayabilirdi.
Şimdi ise daha stratejik bir sistem içi çelişme yaşanıyor: Emperyalizmin hegemonik gücü ABD-İngiliz koalisyonu ile bölge gericilikleri arasında keskin bir çelişme yaşanmaktadır. Üstelik bu çelişme artık savaş yoluyla çözüm aşamasına gelmiş bulunmaktadır. Çelişmenin sadece Irak’la sınırlı olmayıp, Kürtleri boyunduruk altında tutan İran ve Suriye rejimlerini de hedef aldığı, Türkiye ile de ciddi biçimde ters düşmeye başladığını dikkate aldığımızda, bu örtüşmenin orta vadeli bir stratejik menzile sahip olduğu da ortaya çıkmaktadır.
Kürdistan’ın sömürge statüsünü tartıştığımız 70’li yıllarda, bizim Kürdistanlı mellalarımız çok haklı olarak şöyle yakınırlardı. “Biz Kürtler aslında sömürge bile değiliz. Keşke sömürge olsaydık.. Çünkü sömürgenin de bir şekli şemaili olur.. Biz de o da yok!” Beşikçi’nin zaman zaman yaptığı “Kürdistan sömürge bile değildir, bir sömürgenin sahip olduğu asgari kıstaslar Kürdistan’a uygulanmamıştır” vurgusu da böyledir.
Yine o zaman Mellalarmızdan şöyle veciz bir ifade daha duyardım: “Keşke Türkiye’nin, İran ve Irak gibi devletlerin sömürgesi olacağımıza, İngilizlerin Fransızların sömürgesi olsaydık. O zaman kurtulmamız daha kolay olurdu. Bakın şimdi hepsi öyle veya böyle sömürgelerinin özgürlüklerini tanıdılar. Bizim üstümüze çullananlar ise değil hakkımızı, ismimizi bile tanımak istemiyorlar.”
Bugün Irak’a karşı ABD’nin yanında yer almanın zihinsel arka planında muhtemelen tarihten çıkarılmış böyle bir siyasal refleks yatıyor. “Evet..” diyorlar, “belki ABD’de bizi sömürgeleştirecek, bizi yönetmeye kalkışacak. Ama eni sonu onlar bizim özgürlüğümüzü tanıyacaklar, çünkü en azından onlar bizim gibi yoksul bir halkın sırtına çullanarak geçinmeye gerek duymayacak kadar zengin ve güçlüler.”
Yani sömürge olacaksak bari bu aç gözlü yerli barbarların değil, biraz gün yüzü görmüş medeni devletlerin sömürgesi olalım, tercihidir bu. Elbette özgürlük ve bağımsızlık, ama bu yoksa, kendi kimliğini bile kabüle yanaşamayan bölge gericilikleri yerine hiç olmazsa kendilerine “siz sömürgesiniz” deyip, zamanı geldiğinde de özgürlüklerini kabul etmeyi bilen devletlere çevirmesidir..
Bundan birileri ders çıkaracaksa öncelikle, sömürge halklara halen “kırk katır mı, kırk satırmı” seçeneği dışında bir özgürlük alternatifi yaratamamış olan demokratik toplumun; sonrada ezilen halkların tepesinde boza pişirip kendilerinden daha kabadayı biri karşılarına çıktığında onlardan “sadakat” bekleyen bölge ülkelerinin çıkarması gerekir.
Gelawej.com
|
Yorumlar
Yorum Gönder