BİR KÜRT BİLGESİ: FEQİ HÜSEYN

Recep Maraşlı
Berlin / Mayıs 2003


(Bu makale İstanbul Kürt Enstitüsü'nün rahmetli Mam Feqi anısına yayınlamayı tasarladığı kitap için hazırlanmıştır.)


Feqi Hüseyin benim için Kürt toplumunun sağduyusu ve vicdanını temsil eden önemli kişiliklerden, kanaat önderlerinden biriydi. Özellikle ulusal bağımsızlık mücadelesi içinde olan sömürge toplumlarda, bu kişilerin taşıdıkları duyarlılık, siyasi refleks ve akıl yürütmelerin bu toplumun nabzını tutmak, eğilimleri konusunda bir fikre sahip olmak için son derece önemli olduğuna inanıyorum.

Bir toplumun “akıl ve vicdanı” haline gelmek için, o toplumun geleneksel kültürü, yaşam ve düşünüş biçimleriyle çok güçlü bağlarının olması gerekiyor. Feqi Hüseyin, bu özelliklere sahip bir aydındı: Kürdistan toplumunun kültürel ruhunu yansıtıyor, onun sosyal ve siyasal mantalitesinin, düşünce biçimlerinin de içinden geliyordu.

Feqi Hüseyin’in kişisel yaşamının, Kürt ulusal aydınlanmasının izlediği son yarım yüzyıllık serüveni de anlayabilmemize olanak verdiğini düşünüyorum.

Kürdistan’daki gelenekçi yurtsever kültürün, modernite ile, çağdaş düşünce akımları ile buluşmasını onun siyasal yaşamında izlemek mümkündür. Bu pratiğin bizim, ülkemizdeki geleneksel-ulusal medrese kültürünün, yenilenmeye kapalı dogmatik değil, modernite ile kolaylıkla uyum sağlayabilen pratik bir akılcılığa sahip olduğunu; feodal-aşiretçi bir toplumsal yapıyla belirlenmesine rağmen mülk sahibi sınıflardan kopuşabilen toplumcu-halkçı özellikler barındırdığını tespit edebilmemize imkan verdiği görüşündeyim.

Siyasal refleksler açısından da Feqi Hüseyin’in yaşamı ve mücadelesi, Kürt ulusalcılığının geçirdiği süreçleri tanımlamamıza da olanak veriyor. Feqi Hüseyin, ulusal kurtuluşçu eğilimlerin saflaşmasında, tercihlerin belirlenmesinde referans noktalarının, Kürt ve Kürdistanı birlikte ele alan radikal, toplumcu ve halkçı olduğunu düşünüyorum. Siyasi yapı ve hareketlerin çoğunlukla bu referansları aynı anda ve tümünü birlikte temsil etmedikleri, çelişkili çatışmalı süreçlerin çok daha ağır bastığı bir gerçek..

İşte bu noktada da “Kürt siyasal aklı” devreye girmekte, duygu ve akıl yürütmede değişik referans noktalarının alındığı özgün bir tavır ortaya çıkmaktadır. İşte bu çelişkili ve çatışmalı durumlarda Feqi gibi kişiliklerin sağduyu ve mantaliteleri önem kazanmakta. Bence Kürt toplumunun siyasal reflekslerinin sadece “akılcı” ölçülerle irdelemenin yanlış olacağını, bu referans noktalarının –doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü- bilinmesinin kritik bir önem taşıdığını düşünüyorum. Feqi Hüseyin bu duyarlılık noktalarını da çok yakından tanıyor ve referanslarını buna göre yapıyordu. Örneğin sıcak mücadele içinde bulunan siyasi yapılara, siyasi çizgilerindeki kırılma ve çelişmelere rağmen geniş bir opsiyon tanınması buna bir örnek sayılabilir.

Siyasal etkinlik sadece doğru tercihlerde bulunabilmekle değil, pozitif katkılarla, değişim gücü yaratmasıyla da ilintilidir. Feqi bir siyaset önderi, ideoloji yapıcısı değildi, ama bulunduğu konum, çevreye doğru yaydığı pozitif enerji sayesinde içinde yer aldığı hareketin toplumsal etkinliğini önemli ölçüde arttırmakta, bir çekim alanı yaratmasına yol açmaktaydı.

Hem tarihin tanığı hem de aktörü olmuş insanlar sayılıdır. Düşünün ki Mam Feqi 1964 yılında Bitlis’te Ziya Şerefhanoğlu’nun bağımsız yurtsever aday olarak Cumhuriyet Senatosu seçimlerine katılması gibi bir ilkte yer almıştır. Diğer arkadaşlarıyla birlikte köy köy dolaşarak Şerefhanoğlu’nun seçimi kazanmasını sağlayanlardan biriydi O.

1965’de Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi kurulduğunda aktif olarak bu oluşumun içinde yer aldığını görmekteyiz. Fraksiyonlaşmalar karşısında tavırsız olmamasına karşın, öncelikle birlik noktalarına vurgu yapan bir sağduyuya sahiptir. Kürt ulusal hareketi içinde iki kutup sayılan Sait Elçi ve Sait Kırmızıtoprak için “biri sağ gözüm”, “biri sol gözüm”dü diyordu. Bana göre bu tanım, onun demokrasi anlayışını da veciz biçimde özetlemektedir. Ne var ki Kürt ulusal hareketi sağ ve sol gözlerinin birbirini çıkardığı “kör dövüşü”nden bir türlü kurtulamadı. Feqi’nin bu konudaki suskunluğu onun bu insanları ve eğilimleri “gözü gibi” kabul etmesiyle anlaşılabilir.

Kürdistan’da kitlelerin siyasallaşması bakımından çok önemli bir kilometre taşı olan ve hemen hemen Kürdistan’ın tüm kasaba ve şehirlerinde gerçekleştirilen 1967 “Doğu Mitingleri”nin öznelerinden biridir. 1967’de TKDP davasının sanıkları arasındadır.

1969’da Dr. Şıvan kurduğu parti ekibi ile birlikte Güney Kürdistan\'a geçip hem G. Kürdistan\'daki harekete katkı sunmak, hem de burada bir üs kurmak söz konusu olduğunda, yine bu çalışmanın içinde yer almaktan kaçınmaz. Yani Kürt ulusal kurtuluşu için nereden bir hareket, bir etkinlik varsa Feqi onun içinde yer almış, mücadele etmiştir.

12 Mart darbesinden sonra 1971’de Diyarbakır Cezaevi sürecinde “Ocak Komününe” katılması, 1975 ve sonrasında Komal’ın kuruluşu, Rizgarî hareketinin oluşumunu destekleyip çalışması da bu inanç ve düşüncenin eseridir.

1990’lı yıllara gelindiğinde PKK’nin gerilla mücadelesi atılımı ve serhıldanlar süreciyle ulusal mücadelede büyük bir kabarış yaşanmaktadır. Gelişmeler onun tereddütsüz biçimde, bu mücadeleye destek vermesine neden oldu. 12 Eylül darbesinin darmadağın ettiği bir ortamın ardından gelen bu hareketlilik, hemen bütün eski kuşak Kürt yurtsever ve aydınları gibi Feqi Hüseyin’de de büyük bir coşku, canlanma ve enerji dönüşümüne yol açmıştı. Bütün bu politik etkinlik ve süreçleri takip ederken de kendi uzmanlık alanı olan dil, kültür, tarih çalışmalarını da hep bu siyasi mücadelenin içinde kendini örgütleyerek sürdürmekteydi.

Aynı insanın 70 yaşının çok üzerinde bir dönemde 2000 yılı İstanbul Taksim meydanındaki mitinglere bir delikanlı gibi katılmaktan geri kalmadığını hatırlarsak, bu insanın tarihin yalnız tanığı olmakla kalmayıp, her zaman onun içinde bir aktif özne olarak yer almış bir eylem adamı olduğunu da teslim etmek durumundayız.

Feqi Hüseyin’in yaşamı bu çizgisel gelişmelerin, sentezlerin izlenebildiği -kuşkusuz kendisinin akıl, sezgi ve yoğun emeklerinin de sonucu olarak- eşsiz bir örnek sunmaktadır sosyal bilimcilere. Çoğu örneklerde entelligentsianın ancak yoğun bunalım ve çatışmalar sonucu geçiş yapabildikleri bu süreçler, sanırım diğer özellikleri yanı sıra onun feylesofça yaklaşımı ve halk adamlığı özelliklerinin de yardımıyla, çatışmasız ve üretken biçimde gelişebildi.

“Öksüz oğlan göbeğini kendi keser” misali, Kürt toplumu da kendi içinden alaylı dil bilimcileri, kültür uzmanları yetiştirdi. Feqi Hüseyin’in de bu uzmanlığın örneklerinden biridir. Başlangıçta özellikle Medrese kökenli aydınlarımızın birçoğunda varolan ve bir hobi gibi görülen, biraz da hafife alınan bu yönelim, süreç içinde gelişti, kendini metodolojik olarak yenileyerek Kürtçe/Kurmanci’nin, dilbilimsel analizi üzerine ciddi tezler üretilmesine vardı. Ekol sayılabilecek tarzda bir uzmanlığa ulaştı. Celadet Bedirxan’dan sonra Kürtçe’nin gramatik yapısına eğilen sayılı Kürt aydınlardan biriydi. Dil öğrenme metodu çalışması bir ilktir. Doğal olarak yönelimi sadece dil ile sınırlı kalmamış, bağlantılı kültürel alanlara da yönelmişti. Bu haliyle onun bir folklor araştırmacısı, derlemeci özellikleri olan bir Kürdolog olduğunu söyleyebiliriz. Son erimde ise yoğun bir emek ürünü olan Kürt Edebiyat Tarihi gibi önemli yapıtlar kazandırdı kültür dünyamıza.

Feqi Hüseyin bu özellikleriyle Kürt Rönesansı’nın seçkin ve üretken isimlerinden biri olarak tanımlanmayı da hak etmektedir.

Bugün bu satırları yazarken çok yakınımızdaki değerli bir büyüğümüzü bir genelleme ve kavramsallaştırma içinde tanımlayabilmenin zorluğunu yaşıyorum. Bizde genellikle sahip olduğumuz değerlerin tanımlanması bakımından, özellikle içeriden bakışta bir sıkıntı yaşandığına tanık olmuşumdur. İlla “dışarıdan” birilerinin “bakın sizde şöyle bir değer var, şu şu özelliklere sahiptir” denmesinden sonra gözlerimiz açılır gibi bir rutin oluşmuştur. Feqi Hüseyin’le 80’li yılların sonunda İskender Savaşır’ın yayınladığı Defter Dergisinde bir söyleşi yapılmıştı. Söyleşinin önemi, Kürt aydınını tanımlama ve ortaya çıkarmasıyla ilintilidir. Orada Gramsci’nin “organik aydın” tanımından hareketle Feqi Hüseyin örneklemesi verilmekteydi. Bu söyleşi, kimi yanlış ve noksanlıklar da içermesine rağmen Feqi Hüseyin şahsında “organik Kürt aydını”nın tanımlanması ve üzerine ışıldaklar tutulması açısından –en azından benim için- öğretici ve uyarıcı oldu.

Sömürgelerdeki aydının metropol okullarında eğitim almış ve yeni bir gözle ülkelerine dönmüş olmaları sanki bir ölçü gibi kabul edilir. Oysa Kürdistan toplumunun geleneksel kültürel mirası içinde, onun gıdası ile büyümüş “organik aydınlar”, toplumun moderniteye kanalize edilmesi için çok daha güçlü bir dinamik oluşturuyorlar. Yirmi yıllık pratik bunu yeterince kanıtladı. Buna karşın metropolün siyasal aydınları, çoğu kez taşıdıkları niyetlerinin aksine “kolonizatör” rolü oynamaktan kurtulamadılar.

Kürt aydınlarının anılarını yazmakta cimri olduklarını biliyorum. Bunun önemli bir nedeninin kendi kendini anlatmanın, bir böbürlenme, bir büyüklenme sayılacağı ve tevazuunun kırılacağı endişesi taşımalarındandır. Bu nedenle ilk fırsatta yaşamları ve mücadelelerinin önemli bir kaynak oluşturduğunu düşündüğüm insanlarımızın kendiliklerinden anlatmayacakları şeyleri anlatmalarını sağlamak için onlarla söyleşiler yaparak, bu tanıklığa yardımcı olmayı düşünüyordum.

1993 yılında herhalde Aralık ayıydı, Sterka Rizgarî’nin yayınına yeni başlayacaktık. Elimize bir video kamera geçmişti. Tarihsel kişiliklerle, onların tanıklıklarını belgeleyecek çekimler yapma projemize Feqi Hüseyin’den başladık. Ferhat (Sağnıç), Ben ve Nuran (Çamlı) kameramızı yüklenip Mam Feqi’nin İstanbul’daki evine konuk olduk. Çekimlerini zaman zaman Ferhat ve Nuran’ın yaptığı, benim ise sohbet ettiğim bir anı söyleşi yaptık. Türkiye KDP’leri döneminden, Sait Elçi ve Dr.Şıvan olayına, Komal-Rizgarî süreci, Rizgarî Ala Rizgarî ayrılığından, PKK’nin desteklenmesi, Kürdistan’daki yapının tahlili vb’ne kadar bir çok konu üzerine konuştuk.. Ben sorular sordum, Mam Feqi de cevapladı. 45’er dakikalık 4 kaset bitirdiğimizi hatırlıyorum. Yani bir bakıma bir Feqi Hüseyin belgeseli çekmiş, anılarını kendi görüntü ve sesiyle tarihe kaydetmiş olduk.

Ne yazık ki, her zaman başımıza gelen şey yine oldu ve o kasetler de Temmuz 1994’de yapılan bir operasyonunun kurbanı oldu. Polis, Dergimizin bütün arşiv ve dokümanlarıyla birlikte bu kasetlere de el koydu. İstanbul DGM’deki yargılamalarımız sırasında dava dosyası içinde ilgisiz bir biçimde bekletildi.Yargılamanın çeşitli aşamalarındaki ısrarlı taleplerimize karşın da iade edilmediler.

Bu söyleşiden aklımda kalan en önemli anektod şu oldu.

Feqi diyordu ki, 1970’ler sürecini kastederek, “Benim arkadaşlarla en büyük fikri ayrılığım şu idi: Ben Türkiye’de sınıflar olduğunu kabul etmiyordum. Yani batıda olduğu gibi Türkiye’de modern anlamda sınıflar yoktu. Sadece Ordu vardı, askeriye vardı. Ordu, yani asker sınıfı her şeye egemendi, her şeye onlar hakimdi. Bu nedenle sosyalizmin sınıflara dayanan çözümlemeleri bize uymuyor diyordum.Türkiye’de işçi sınıfı, efendim burjuvazi aramak yanlıştır diyordum. Arkadaşlar ise Marksizm’in ilmi olarak tarif ettiği genel sınıflar yapısının bizde de var olduğunda ısrar ediyorlardı.”

Bu anektodun aklımda yer etmesinin nedeni, Türk toplum ve siyasi hayatının can alıcı bir özelliğine vurgu yapılmış olmasıydı. Geniş teorik ve bilimsel çerçevelere de oturtulabilecek bu saptama, Türkiye’nin “militarist-bürokratik ” yapısına işaret etmesi açısından son derece önemli. Feqi’nin belirttiği bu husus Rizgarî’nin siyasal, toplumsal analizleri, özellikle de Kemalizmin bir resmi ideoloji olarak tanımlanmasında ayırt edici bir özelliğe sahiptir.

Çok ısrar etmemize rağmen Dr.Şıvan-Sait Elçi çelişmesi ve bu trajik olaylar konusundaki bilgilerini –ki bazı şeyleri bildiğini ama bunları anlatmanın o an için doğru olmadığını, sırası geldiğinde ise açıklayacağını söylüyordu- anlatmaya yanaşmadı. Söyleşinin önemli boşluklarından biri buydu.

Sorduğum sorulardan, sohbetimizin nirengi noktalarından biri de Feqi’nin o süreçte Gerilla mücadelesini destekleme nedenleriydi.

Bu soruyu hesap sormak, köşeye sıkıştırmak vb. gibi örgütçü gazeteci refleksi ile değil Kürt toplumunun ulusal vicdanı saydığım Feqi gibi şahsiyetlerin olaylara nasıl bir mantıkla yaklaştıklarını anlamak için sormuştum, öğrenmek için... Aldığım cevap, Mamosta’nın bu tercih nedenlerini kendi anlatımıyla, gerekçeleri ile dinlemek benim için öğreticiydi. KDP, Rizgarî ve PKK... Bu grupların belli zaman dilimleri içinde Kürt kitlelerinin teveccühünü kazanmış olmaları bir rastlantı veya yanılsama değildir. Mam Feqi’nin siyasal tercihlerini izah biçimi, siyasi partilerin mesaj ve sembollerinin Kürt toplumunca nasıl algılandığı ve nasıl içeriklendirildiği sorusuna da cevaplar veriyordu. Maalesef biz bu ilişkinin diyalektiğini yeterince doğru kavrayamadık ve dolayısıyla adına politika ürettiğimiz toplumsal tabakalarla ile aramızda –hadi uçurum demeyeyim ama- epeyce önemli bir mesafe oldu ve biz bu mesafeyi maalesef seçkinci bir tarzda kendi lehimize yorumladık.

PKK strateji değiştirdikten sonra gelişen durumu nasıl yorumladığını Mam Feqi’nin kendisinden dinleyip öğrenmeyi de çok isterdim. (Kendisini çok özlemek dışında Avrupa’ya geldiğinde görüşememiş olmayı bu bakımdan da hayıflanarak yad ediyorum.) Çünkü bizim çoğumuz için kabul edilemez olan bir durumun Kürt toplumunun yine önemli bir kitlesel kesimince nasıl yorumlandığını, nasıl içeriklendirildiğini bilmek, o toplum için politika üretme iddiasında olan kadrolar açısından öğretici olduğuna inanıyorum. Çünkü ben de bu durumun teorik tanımlaması, tarif edilmesinde değil ama politika diline tercüme edilmesinde, tam olarak ne olduğunu bilemesem de bir halkayı eksik bıraktığımızı düşündüm hep. Mam Feqi gibi - toplumumuzun vicdanı ve mantığını temsil eden kişilikleri dinleme ihtiyacını bu yüzden çok hissettim.

Rahmetli Feqi Hüseyin’le ben çok genç yaştayken tanışma şansım oldu. Öyle sanıyorum ki benim bu genç halimle ve farklı bir kültürel ortamdan sıyrılarak gelmemi sempatiyle karşılardı hep. Kürtçe konuşma konusunda tavizsiz olmasına rağmen, karşılaştığımız her ortamda, Kürtçe’min kıt olmasından hareketle hiç yüksünmeden ve beni zorlamadan Türkçe hal hatır sorarak sık sık yapmadığı biçimde bir ayrıcalık tanır ve bana verdiği önemi gösterirdi. Ben de birlikte yer aldığımız hareketin en küçüklerinden biri olarak onu gizli gizli babamın yerine koyardım. Hele Annecan’ın bütün arkadaşlara gösterdiği o inanılmaz anaçlıkla birlikte kendimi manevi olarak o ailenin bir ferdi gibi görürdüm.

1975 yılında Komal yayınevinin kurulması sırasında maddi manevi katkıda bulunanlardan biri de Feqi Hüseyin’di. Rizgarî dergisi çıktığında da Kürtçe redaksiyonun başında bulunuyordu. O zamanlar Ankara İzmir Caddesindeki yayınevi bürosuna sık sık geldiği süreçlerde, -Kürtçe üzerinde yoğun tartışmalar yaşanırdı. Diyarbekir Cezaevinde DDKO savunması ve iddianameye cevabın Kürtçe’yi anlatan bölümlerinin kendisi tarafından hazırlandığını arkadaşlardan biliyordum. Şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim 1975 yılında Ankara’da Komal yayınevinin kuruluşuna, Rizgarî Dergisinin yayınına coşkuyla katılan, destek veren Feqi Hüseyin’in duygu ve düşünceleri ne idiyse, 1990’lı yıllarda MKMKürt Enstitüsü’nün kuruluşuna, Welat dergisinin yayınlanmasına katılan Feqi Hüseyin’in duygu ve düşünceleri aynıydı; üstelik aradan yirmi yıl geçtiği halde coşku ve dinamizminden bir şey kaybetmemiş, tersine artmıştı..

1978 yılında Komal olarak ilk kez bir Kürtçe takvim çıkarmayı tasarlamıştık. Kürtçe aylar konusu büyük tartışmalara yol açtı. Çünkü bu konuda yerleşmiş bir gelenek veya Kürtçe standardı yoktu. Mam Feqi’nin, otantik Kürt toplum yaşamından aldığı isimlendirmeler halen referans olarak kabul edilmektedir.

Kürt toplumunun duygu ve düşünce dünyasını, felsefesini daha yakından öğrenmemi sağlayan başlıca kaynaklardın biridir Feqi Hüseyn. En uç düşünceleri bile Kürt halk edebiyatından alınma mesellerle, kendi anektodlarıyla, fıkralarla süsleyerek karşılayabilen, bir söz ve sohbet ustasıydı aynı zamanda.

Örnek bir tevazusu vardı. Tatvan’dayken bir marangoz atölyesi, kurulu bir işi, geniş bir aile ve toplumsal çevresi olan biri olarak 12 Eylül sürecinde memleketinden ayrılarak İstanbul’a yerleşmek zorunda kaldı. Maddi sıkıntılar çekti. O zaman hareketimizin kısıtlı olanakları ve kendi çabalarıyla, barınmak ve çalışmak için pek de uygun olmayan evlerde yaşamak zorunda kaldı. Bir sürü hastalıkla da baş etmek zorundaydı. O günlerin birçok anını birlikte paylaştık, hiçbir zaman yakındığını, feylesofça tutumundan bir şeyler kaybolduğunu görmedim. Bize hep moral verdi, yol gösterdi, yüreklendirdi.

’81 yılından ‘91 yılına kadar aramıza uzun yıllar süren mahpusluk yılları girdi ve görüşemedik kendisiyle. Ama aramızdaki bu gönül bağının hep sürdüğünü düşündüm.

90’lı yıllar boyunca da Kürt Enstitüsünün kurulması, MKM çalışmaları ve değişik etkinlikler vesilesiyle görüşme fırsatlarımız oldu. Bütün bu yoğunluk içerisinde olmasına rağmen, Komal’ı yeniden kurduğumuz bu dönemde Kürtçe çalışmalara katkıda bulunması önerimizi de içtenlimle kabul etmiş ve yardımlarını esirgememişti. Onun dar grupçu özelliği yoktu, inandığı işlere bütün yoğunluğu ve ciddiyetiyle sarılıyor: ama eski arkadaşlarına ya da farklı kulvarlarda hizmet veren insanlara da aynı özen ve saygıyı gösteriyordu.

Mam Feqi’nin vefatı, bir on-on beş yıldır aralarına neredeyse uçurumlar girmiş olan Kürdistanlı siyasal kadroların bir anlığına da olsa ayaklarını kendi karınlarına çekmelerine vesile oldu sanki. Aralarında kopukluk olan süreçler Feqi’nin şahsında birleşti, uzlaşmaz sanılan anlayışlar bir araya gelebildi. Toplum olarak, onun siyasetçileri; aydınları olarak aramıza mayınla tarlalar, duvarlar koyarak ne kadar büyük haksızlık ettiğimizin farkına varabildik mi acaba?

Bu yüzdendir ki Mam Feqi’nin onurlu yaşamını parçalara ayırmak, birini diğerinden ayırmak, onların eklektik ve birbirini dışlayan süreçler olduğunu iddia etmek mümkün değil.. Hatta bu vesileyle tarihimizin parçalarını, toplumumuzun eğilim ve tercihlerini bir araya getirmenin olanaklı ve gerekli olduğunu görüyoruz. Rahmetlinin aydınlık kafası ve tertemiz vicdanı içinde bütün bunlar nasıl bir arada ve ne şekilde tezahür edebildiyse, tüm toplumumuz açısından da öyle mümkündür ve gereklidir.

Rahmetli yaşarken ne kadar başarabildi ayrı bir konu ama hiç olmazsa onu anarken toplumumuzdaki siyasal parçalanmayı düşmanlık sendromuna dönüştürmeden, demokratik çoğulculukla bağdaştırabilirsek ne mutlu...


Gelawej.com

Yorumlar