Kürdistan'da Sol'un zor dönemeci (3) Kürdistan’ın özgürleşmesi mi, bölge gericiliklerinin demokratikleşmesi mi?

Sosyalistler Güneyde Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını ve birlikte yaşanan halklarla federalizmi savunmalı..

Savaş sonrasında Güney Kürdistan’ın statüsünde ise çok büyük ilerlemeler olmasa bile savaş öncesi durumdan geri gideceğini sanmıyorum. Güney Kürdistan’ı bekleyen açmazların başında ise şimdiye kadar Irak merkezi yönetimine bağlılık için zorlanmayan Kürtlerin bundan sonra Bağdat’ta oluşacak olan bütün merkezi yönetimlere daha çok bağlılığa zorlanması geliyor. Bağdat’ta Saddam rejimi olduğu sürece böyle bir ilişkiye zorlanmayan Kürtlerin 10 yıldır sürdürdükleri fiili bağımsızlık, bu anlamıyla “özerklik” sınırlarına çekilmeye zorlanabilir.

Diğer bir açmaz da Güney Kürdistan Federal yönetiminin başkenti kabul edilen Kerkük’te, Türkiye’nin de baskıları sonucu egemenliğin Kürtlere devredilmemesi oluşturacak. ABD’nin Kerkük’te tek başına bir Kürt yönetimine izin vermeyeceği yolunda Türkiye’ye güvence verdiği biliniyor. TC’nin ister blöf olsun, ister olmasın bunu önlemek için elinden gelen bütün olanakları kullanacağı da sır değil. Kaldıki Kerkük’ün fiili ve siyasi egemenliği önemli bir petrol rezervi taşıması açısından da koalisyon güçleri tarafından Bağdat gibi uzun süre ortak yönetilmesi planlanan bir kent olarak kalabileceğini gösteriyor. Yani orta vadede Kerkük’ün üzerinde kapışmalar yürütülen sorunlu bir alan olarak kalacağını düşünüyorum.


Kürdistan’ın özgürleşmesi mi, bölge gericiliklerinin demokratikleşmesi mi?



Kürt ulusal demokratik mücadelesinin son kırk yılını önemli ölçüde Sosyalist düşünce belirlemiştir.

Bu tartışmayı Kürdistanlı Sosyalistler bağlamında yürütmemin bir nedeni de Sosyalist akımların, örgütlenme ve anlayışların Kürdistan ulusal mücadelesinin son 40 yılına damgasını vurduğu, olumlu veya olumsuz onun kaderinde ağırlıklı olarak yaşamış olmasındandır.

Sosyalist ve kapitalist kültürün toplumumuza girişi kaçınılmaz olarak ezen ulusların dil ve kültürleriyle oldu, onların anlayışlarıyla verili olarak alındı, onların izlerini taşıdı, ama bu veriler sonuçta doğal olarak Kürt toplumunun feodal kültürüyle, mantalitesiyle eklemlenerek yeni –çoğu kez de garip- sentezler yarattı. Türkiye ve dünyadaki sol bölünmelerin hemen tüm şubeleri vakit geçirmeksizin Kürdistan’da da oluştu.

Kürdistan’ın bu süreçte Sosyalist düşüncenin prestijinin en yüksek olduğu alanlardan biri olduğunu söylemek abartılı olmaz.. Düşünün ki Marksist-Leninist terminoloji yalnızca sol gruplar için değil, muhafazakarlar için bile bir referans olmuştu Kürdistan’da.. Dini eğitim alıp medreselerden yetişmiş pek çok yurtsever Kürt melasının cemaat sohbetlerinde Marks’tan Engels’ten alıntılar yaptığı, Dindarlar Birliği’nin, Alevi Dernekleri’nin Marksist felsefeye bağlı ateist kişilerce yönetildiği süreçler yaşandı bu ülkede..

Kendi doğal kaynaklarıyla gelişen  Kürt milliyetçiliğinin, sosyalist akımlarla birleşmesi keyfi bir tercih değildi. Sosyalist  düşünceyle tanışan Kürt aydınları ve öğrenci gençliğin kendi ülke gerçekleri etrafında sosyalist bir sentez yaratmaya çalışmaları da öyle. Bu ilişki egemen ulus kültürünün sömürgeye zorla taşınmasından farklıydı; zorunluluktan kaynaklansa da, baskı ile değil seçilerek tercih ediliyordu.  Kürdistan toplumunun ihtiyaçları bu siyasal-ideolojik eksenin tercih edilmesine neden oldu ve bununla birlikte gelişti. Türk Solu kadrolarının önemli bölümünün de Kürtlerden, Alevilerden oluşması bu gerçeğin bir ifadesidir.. Böyle olunca da Kürdistan  ulusal ve toplumsal kurtuluşuna ait tezler, örgütlenmeler ve politik strateji ve taktikler hemen genellikle sol tarafından üretildi veya hayata geçirildi.

Sosyalist düzlemdeki ulusal kurtuluş örgütlerinin böyle  kitlesel kadrosal taban bulmaları elbette ki sınıfsal, toplumsal gerçekliğe denk düşüyordu ama, bunun aynı zamanda Kürtlerin ulusal özgürlük taleplerinin, -Bağımsız bir Kürdistan’ın – ancak Sovyetler Birliği’nin yardımı ve desteğiyle kurulabileceğine, böyle bir uluslararası desteğin çözüm gücü olabileceğine dair milliyetçi bir beklentiyle de güçlü bir ilişkisi olduğunu da kabul etmek gerekir. Siyasal pragmatist açıdan bugün nasıl ABD’nin desteğiyle bir çıkış olacağı umudu varsa, soğuk savaşın gerilimli yıllarında da bu çıkışın SSCB ya da dünya sosyalist hareketi aracılığıyla olabileceği düşünülüyordu. Bu bağlamda sosyalist tarzın benimsenmesinin birçok tabaka açısından organik değil eklektikti.

Gelinen noktada sol/sosyalist kültürümüzün önemli ölçüde Kürdistani bir karaktere de büründüğünü vurgulamak gerekiyor. Çok yoğun bir çaba ile de olsa egemen ulus sosyalistlerinin tez ve anlayışlarından ağırlıklı olarak kopuşulmuş, kendi toplumunun talep ve ihtiyaçlarına denk düşen anlayış ve gelenekler yaratılmıştır. Sosyalist düşünce Kürdistan bazında bir şablon ve çeviri olmaktan önemli oranda çıkmıştır. Gariptir ama aynı şeyi Türk solu için söylemek zordur, Türkiye sosyalist hareketinde halen çeviri versiyonlar egemendir.. Kürdistan sosyalistlerinin şablondan kurtulmalarının nedeni belki de dünyada yaşanan hiçbir deneyim ve şablonun ülkemize uymaması, kendi durumumuzu açıklayan ve çözümleyen bir teoriye ihtiyaç duyulmasındandır..

 Türk Solu’nun taşıdığı başlıca zaaflardan biri Kemalizm’dir. Türk toplumu için de sorunlu olan Sol Kemalizm ise kelimenin tam anlamıyla Türkiye’nin nasyonal sosyalizmidir. Türkiye’deki militarist bürokratik oligarşinin resmi ideolojisi olan Atatürkçülük, onun aydınlar ve sol hareketten dayanağı ise Kemalizm’dir.

Burada tartıştığımız biçimiyle Marksizm’in, bir işçi sınıfı ideolojisi olmasına karşılık sınıfa dışarıdan taşınma zorunluluğu, bu aktarıcı kültürel tabakaya kritik rol vermiştir. Bu bilinç taşıyıcı  kültürel tabakanın sahip olduğu rol, daha sonra profesyonel devrimciler olarak “sınıf öncüleri” haline gelmeleri ve son erimde de “yönetim eliti -parti bürokrasisi” haline dönüşmelerinde yaşanan, sınıf için, sınıfa rağmen ve nihayet sınıfa karşı yabancılaşma olgusu yaratmıştır.

Taşıyıcılar ile sınıf arasındaki bu yabancılaşma, sanayi toplumlarına göre daha zayıf sınıfsal temelleri olan sömürge ülkelerde daha büyük bir problem haline gelmiştir. İdeoloji ve siyaset aktarıcı kültürel tabakanın siyasal yabancılaşması toplumumuzda daha da sert/kontrast biçimler almıştır. Kürdistan’da yaşanan pratik bunun yakın tanığıdır. Bir genelleme yaparak sosyalist düşüncenin Kürdistan’da sadece siyasi kadrolara ait bir belirlenim olarak kaldığını, emekçilere hiçbir biçimde ulaşmadığını söylemek yanlış olur. Aksine sınırlandırılmış ve bozulmuş biçimler altında bile olsa sol düşüncenin Kürdistanlı kitleler üzerinde halen güçlü bir prestiji var.

Siyasal örgütlenme alanı ise daha sorunludur. Feodal toplumların din uluları, beyler, kahramanlar gibi güçlü kişilikler etrafında örülen geleneksel örgütlenme biçimleri; sosyalistlerin Öncüye, aktarıcı kültürel tabakaya atfettikleri “kurtarıcı” kimlikle kolaylıkla özdeşlik kurarak garip bir sentez oluşturdu. Bu sentezler sosyalizm bayrağı taşıyan örgütlerin, kimi zaman dar şekliyle içine girilip çıkılması gizemli bir tür cemaat ve tarikatlar gibi ya da kitleselleştiği düzeylerde de Şeyh-Mürit ilişkisinin yeniden üretildiği lider merkezli monolitik örgütlenmelere biçiminde oldu. Bu örgütsel yapılar bir biçimde devrimci radikalizmin yolunu açtılarsa da, örgütlenme ve siyaset yapma tarzındaki yapısal bozukluk, kitle taleplerinin realize edilmesi, kitle inisiyatifinin geliştirilmesi, toplumun demokratikleştirilmesi bağlamında barajlayıcı, kırıcı bir işlev de gördüler.

Dünyanın pek çok alanında olduğu gibi Kürdistan’da da örgütler, sınıf kitlesi ile organik ilişkileri olan yapılar değil, kadro hareketleridir. Kadrolar giderek örgüt bürokrasini oluşturur ve kısa bir zaman için kendisi için varolmayı temel alan bir anlayışla hareket eder. Örgüt bürokrasilerinin siyasal mantalitesini  ise faydacılık ve fırsatlardan yararlanma (oportünizm) oluşturuyor. Bunun anlamı iktidar ilişkisini güçlendirmek veya korumak için her türlü ideolojiyi, politik argümanı kullanabilir, onlardan hızla vazgeçebilir veya geri dönebilir olmasıdır.

Sosyalist düşünce, kültür, ve örgütlenme biçimlerinin, çoğu kez  etnik, kültürel ve hatta bölgesel özelliklerin içinde kaybolması, birbirlerini asimile etmeleri de vurgulanması gerekli bir başka boyuttur.. Örnekse Aleviliğin sol düşünceyle, Sol düşüncenin de Alevilikle  birçok alanda özdeşleşmesini verebiliriz. Maddi temelleri olsa bile bu özdeşleşme tepki olarak diğer kesimler açısından Sol’a kapalı alanları da belirlemiştir.






Artık taşların yerine oturma zamanı...

90’yı yıllarda tüm dünyada yaşanan değişmeler, Kürdistan’daki savaş nedeniyle toplumumuza çok geç yansıdı. Savaşın yarattığı tahribatların yanı sıra Kürdistan toplumunun iç dinamiklerinde de kendi doğal gelişiminden kaynaklanan hızlı bir değişim yaşandı. Ağırlığını kır yoksullarının oluşturduğu yapı, zorla göçerttirmeler sonucu daha da büyük bir hızla Kürdistan ve metropol kentlerinin varoşlarını dolduran kent yoksulları haline geldi.. Ulusal taleplere sahip çıkan mülk sahibi sınıfların bir bölümü Türkiye’nin batı kesimlerinde kendileri için daha güvenlikli alanlarda iş kurmayı seçtiler.

Güney Kürdistan’daki ise özerk yapı sayesinde iç çatışmaların gölgesinde bile olsa Kürt ulusal burjuvazisi kendine özgü seyir izleyerek yerine oturmaya, iç pazarını kontrol eder hale gelmeye başladı.

Dünya ülke düzeyindeki siyasal-toplumsal değişmelerin bir yansıması da Kürdistanlı örgütlerin neredeyse tümünün resmi ideolojisi haline gelmiş olan sosyalist söylem ve formasyonların yavaş yavaş terk edilmesidir. Zaten bunu siyasal pragmatizm ya da zorunlu bir siyasal kültürel tercih olarak algılayan kadroların liberal ulusalcı söylemlere yönelmeleri daha çabuk ve doğal oldu. Bu gelişmeyi taşların yerli yerine oturmaya başlaması, sınıfların kendi öz taleplerine uygun ideolojik siyasal formasyonlara yönelmeleri olarak sağlıklı da buluyorum. Zaten toprak ağasından, yoksul köylüye, mafyacısından, çarşı esnafına kadar herkesin sosyalist (Marksist – Leninist ) olması garipsenecek bir şeydir. Kürdistan toplumu sınıflı bir toplumdur, her sınıf ve tabakanın kendine özgü ideolojik-siyasal tercihleri, örgütlenmelerinin olması ve politikaya bu araçlarla katılmaları doğal ve sağlıklı olanıdır. Siyasi saflaşmaların doğal mecrasına oturması, politik eğilimler arasında da daha sağlıklı bir demokrasi ilişkisinin kurulması için de gerekli. (Gerçi şu anda böyle bir şeyden söz etmek çok zor ve bu sorunu daha çok tartışmamız gerekiyor.)

Güncel olarak ABD müdahalesi ile Güney Kürdistan parçasındaki ulusal mücadelenin bir düzlemde kesişmesi ve bunun orta vadeli bir perspektife de sahip olacağının belli olması, Kürdistanda sınıfsal tercihlerin yapılmasında, politik perspektiflerdeki yeni yönelimlerin de önünü açmakta, en azından Kürt ulusal burjuvazisinin kendi yolunda ilerlemesini sağlamaktadır.


Kürt siyasasındaki kırılma ve geri çekilmeler..

Bu gelişmeyi doğal ve gerekli saymama karşılık, taşların bu yerine oturma sürecinde, Kürdistan ulusal kurtuluş perspektifinde geçici de olsa önemli stratejik kırılma ve daralmaların oluştuğu düşüncesindeyim.

Bunlar hem sosyalist, hem de milliyetçi ve liberal tüm akımlarda çok küçük farklarla ama aynı derecede önemli kırılmalar. Sadece birkaçına örnek vermek istiyorum.

Örneğin, tam da uluslararası konjonktürün çok daha mümkün hale getirdiği bağımsızlık perspektifinin yerini; merkezi otoriteler ile daha güçlü federalizm modellerinin; hatta Kuzeyde PKK/KADEK çizgisinde görüldüğü gibi merkeze eklemlenme modellerinin aldığını görmekteyiz. “Irak’a demokrasi , Kürtlere özerklik”, “Türkiye’ye demokrasi, Kürtlere eşitlik” eskisinden daha güçlü çizgiler artık.. Bağımsız ve Birleşik Kürdistan talebinin Kürdistanlılık ölçüsü sayıldığı yılların tersine, bu talepler yeniden marjinalize edilmiştir. Kürt milliyetçileri de, sosyalistler de bu talepten aynı derecede uzak durmaktadırlar.

Tatsız ve demagojik tartışmalara meydan vermemek için, burada kastettiğim şeyin sabah-akşam olur olmaz “Bağımsız, Birleşik, Demokratik Kürdistan” sloganları atmakla ilgili olmayıp, stratejik hesaplar yapan ve bütün günlük adımlarında da bu geleceği gören uzak görüşlü  bir yaklaşımı kastediyorum.

Örneğin, tam da bir parçadaki değişim diğerlerinin durumunu temelden sarstığı bir süreçte, Kürdistan’ın her bir parçasının kendi yolunda ilerleyeceğini öngören parçacı anlayış altın çağlarından birini yaşıyor.Uluslararası bir sömürge olan ve bu nedenle de Güney Kürdistan’ın bağımsızlaşma ihtimalinin ortaya çıkması tüm sömürgeci devletleri, Türkiye, İran ve Suriye’yi aynı biçimde rahatsız edip ayağa kaldırıp, ortak tavır almayı tartışmalarını gündemleştirirken, bu siyasal gelişmeler, çok garip biçimde bizim zorla bölünmüş parçalarımıza aynı heyecanla yansımıyor. Parçalar arasında ve onun temsilini yürüten örgütler arasındaki bu yarılma, sömürgecilerin yüreğine tabii ki su serpiyor. Ama işin ayırtında olması beklenen aydınlarımız ise söylemleri ve ürettikleri politik önermelerle, parçalardan birini veya oradaki siyasal özneleri veri alarak, diğerine karşı adeta tavır alıyor, sırtlarını dönüyorlar. Oysa tam da bu kritik dönemeçte, parçalar arasında hem toplumlar, hem örgütler bazında araya gerilimi teşvik eden, yarılmayı hızlandıran değil, birbirini besleyen sağduyulu yaklaşımlara ihtiyaç var.

Diasporadaki canlı ilgi ve desteğe karşılık Kuzeyde durum bu açıdan hiç iç açıcı görünmüyor. Güneyde tarihsel gelişmelerin yaşandığı bir dönemde Kuzeyin halen en güçlü kitlesel örgütü KADEK inanılmaz biçimde özel gündemler oluşturarak, Kürt toplumunun adeta Güneyle ilgisiz hatta mümkünse gelişmelerden hoşnutsuz bir iklimde tutulmasına yarıyor. Öcalan’ın tecridine karşı kampanyalar, doğum günü kutlamaları o denli öne çıkıyor ki, tüm dünya gündeminin Irak savaşı ve Güney Kürdistan’ın özgürleşmesi oluşturduğu anda, ters yönde yapılan bu siyaset, Ankara politikasına eklemlenme ve bu yönde güçlü mesajlar iletme kaygısıyla yapılıyor belli ki. Ama stratejik olarak tehlikeli bir yanlış bu.

KADEK Başkanlık konseyi adına açıklama yapan Karasu, “Kürtlerin Türkiye’nin stratejik ortağı olduğunu” belirterek, Kürt siyasasındaki bu ters yöndeki büzüşmeyi veciz biçimde ifade etti. Oysa Kürtlerin stratejik ortağı diğer parçalardaki ulusal demokratik hareketlerdir. Ve Güneyde de stratejiyi Irak’la değil tüm Kürdistan’la oluşturma yönünde bir sinyal görünmüyor. Stratejik ve taktik ayrılmazlıkları su götürmez olan Kürdistan parçalarındaki kitlesel örgütlerin önderlikleri birbirlerini destekler biçimde yüzlerini birbirlerinden çevirmiş oluyorlar.

Oysa “Düşman bizi doğru kararlar almaya doğru iter” kuralındaki gibi, TC’nin Güney Kürdistan’ı işgal tehditleri karşısında tüm Kürdistanlı örgüt ve hareketlerin bu işgale karşı duracaklarını açıklamaları son derece doğru ve umut verici bir gelişmeydi.

 Reel politika açısından hassas dengeler gözetmesi gereken Güney diplomasisinin bağımsızlık vurgusu yapması ve diğer bölge devletlerinin müdahalesine bahane verecek söylemlerden uzak durması doğru ve anlaşılır bir tutum. Buna karşılık birlik stratejisinin gereklerinden biri KADEK’i güneyden tecrit etme değil kazanma politikasıdır. Bu hem yukarıda bahsettiği birleşmenin stratejik taşlarının örülmesi için yaşamsaldır, hem de Türkiye’nin yararlanabileceği tüm alanları kapatma açısından da taktik planda da hayati bir öneme sahiptir.

PKK’nin strateji değiştirmesi ve İmralı çizgisine duyulan yoğun tepki çok sayıda  Kürdistanlı aydın, politikacı, örgüt ve kurumun yüzünü yalnız PKK’den değil, Kuzey parçasından da çevirmesine yol açmış bulunuyor. Lanetler okumanın durumu olumlu yönde değiştirmeye yetmediği de açık. Tıkanmayı açacak alternatif bir politika ve etkinlikten söz etmek mümkün görülmüyor. Bu tepki sonuçta Kuzey Kürdistan''da yaşanan bütün gelişmelere karşı bir yabancılaşma ve onu Türkiye’nin bir parçası sayarak tersinden Türkiyelileşme projesini benimsemeye/kanıksamaya, normal saymaya götürüyor. PKK’ yi , legal alanda HADEP ve DEHAP gibi partileri Türkiyelileştirme –Ankara rejimine entegre ve asimile etme- operasyonuna tersinden bir razı gelme, boş verme tavrı çıkıyor ortaya.

Sonuçta birbirini bilinçli bir politikayla ya da duygusal tepkilerle ama her halükarda parçaların biri biriyle stratejik bağlarını her gün biraz daha zayıflatan, merkezle ilişkisini ise güçlendiren bir savrulma görülüyor.

Toplumumuzdaki etnik, kültürel, dinsel çeşitliliği göz ardı eden ve “egemen unsur” konseptini kopyalamaya hazır ulusalcı daralmalar, çatışma ve ayrışma düzlemlerini körüklüyor.
Kürdistan coğrafyası çok etnikli ve çok kültürlüdür; birçok din, mezhep ve tarikatın tarihsel süreçleriyle geliştikleri bir alandır. Etnik farklılaşmaların kabullenilmesine karşı, yer yer büyük tahammülsüzlükler görülebilmekte. Örneğin Zaza kimliği üzerindeki tartışmalar sert kutuplaşmalar yaratabiliyor, en azından ideolojik düzlemde kırılma ve çatışma noktaları oluşturabiliyor. Bütün bu kültürler, etnik yapılar arasında tarihsel süreç içinde zora dayalı veya doğal biçimlerde de olsa yoğun bir melezleşme yaşanması gerçeği de apayrı bir olgudur. Melezlik Kürdistan’da hesaba katılmayan ama güçlü bir etnik-kültürel kategoridir. Tüm bu çeşitliliğin kendisini hem sosyal, hem siyasal alanda ifade edebilir hale gelmesi Kürdistan toplumunun bütün unsurlarıyla bir arada yaşama ve kendi kaderlerini ortak belirleme konseptinin de ortak paydasıdır. Yoksa toplumsal dinamizm ve enerji kaynağı olan bu çeşitlilik, sömürgecilerin işgüzarlıkları ve iç iktidar kavgasıyla ötekini yok saymaya hazır fanatikler yüzünden bir çöküntü düzlemi olarak da varolabilir.

Bu nedenle artık somut olarak gündemde olan Kürdistan özerkliği ve bağımsızlık tasavvurunda paradigma değişikliği yaparak, çok etnikli ve çok kültürlülüğün kabulüne dayalı bir iç federalizm anlayışı geliştirilebilir. Örnekse Güney Kürdistan’da KDP ve YNK arasındaki iktidar çatışmalarının etnik temellerinin de olabileceğini ama sonuçta çözümün rasyonel bir iç federalizm modelinde sağlandığını görmek öğreticidir.



Kürt ulusal hareketlerinin sistem karşıtı sosyalist radikalizmden, sistem içi muhalif reform hareketleri olmaya doğru evirilmesi

Kürdistan’da solun zor dönemecinin en yakın tanığı, silahlı yapıları, kitlesel güçleri, siyasal etkinlikleri olan bütün büyük Kürt örgütlerinin bugün itibariyle sistem içi muhalif partiler haline gelmiş olmalarıdır.

Geleneksel önderlikler içindeki KDP ve YNK’nin 70’li yıllarda sosyalist hareketlerle girdikleri güçlü etkileşime karşın, sistem rasyonelleri içinde muhalif ulusal örgütler olma yolunu seçmeleri daha çabuk ve daha kolay oldu. Bu noktada KDP’nin daha gelenekçi/aristokrat, YNK’nin ise daha modernist /seçkinci bir eğilimi temsil ettiklerini söyleyebiliriz.

Kuzeyde PKK ise çok daha farklı bir kanal üzerinden gelişti. Türkiye sosyalist hareketinden etkilenen radikal eğilimli Kürt gençlerinin, önce şehirlerdeki Kürt yoksulları ve dışlanmışlar içinde güçlenip, kırsal alanda Kürt köylülüğünün güvenini ve desteğini kazanarak kitleselleşmeyi başaran tek örgüttür. Kitleselleşme silahlı mücadeleyle çok yakın ilişki içinde gerçekleşti. Ancak güçlü bir çekim merkezi olmasından sonraki uzun zaman kendilerine mesafeli hatta düşmanca bakan Kürt milliyetçi  geleneğinin isimlerini kazanmaya başladı. PKK Kuzey Kürdistan’daki yurtsever milliyetçi çizgiyi ancak 90’lı yıllarla birlikte bünyesine alabilmiştir.  Söylem ve pratiğindeki tüm zik zaklara rağmen gerilla mücadelesi verildiği tüm dönem boyunca PKK düzen dışı radikal bir örgüt olarak varoldu.

90’lı yılların sonuna doğru ise giderek hız kazanan biçimde Kürdistan devrimi iç zaaflar ve dışarıdan kuşatmalarla barajlandı ve nihayet bastırıldı. Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ve Türkiye’ye teslimi, PKK’nin silah bırakması, strateji değiştirmesi vb. hepsi bu sonuçla ilgili aslında. Bu sürecin alternatiflerinin yaratılması bir yana doğru düzgün bir analizinin yapıldığı kanısında değilim. Çoğunluk Öcalan’ın ve PKK yönetiminin boyun eğmesine yönelik öfke ve tepkilerden oluşan bir söylemin ötesine çıkmamakta.

Kuzeydeki gerilla mücadelesinin evrimi ve  PKK’nin yapısal özellikleri üzerine daha geniş bir tartışma yürütülmesi mümkün. Özellikle süreçte kazanılanlarla kaybedilenlerin, duyusallıktan arındırılmış biçimde ortaya konulması gerekiyor. Bu süreç bir “tasfiye ve teslimiyet” mi, gönüllü ve zorlanılmış bir “entegrasyon” mu yoksa düpedüz “yenilgi” mi,  veya zorunlu bir dönüşüme mi tekabül ediyor?. Ben buradaki zorluğun, sürecin bütün bu yönlerinin iç içe gelişmesinden kaynaklandığını, tüm akımların –şu andaki resmi PKK çizgisi dahil- kendi pratiklerini haklı çıkarmak üzere, bu durumu öznel biçimde yorumladıklarını düşünüyorum. sistem rasyonellerini benimseyen sistem içi reform örgütü olmayı seçmenin, hem objektif ve hem de sübjektif birbirini besleyen birçok nedeni var: Kısaca belirtmem gerekirse gerilla mücadelesinin siyasal ve taktik planda tıkanması, yapısal bozukluklarla da beslenen bir yenilgiyi; bölge devletleri ve uluslararası akımların kuşatmaları ve siyaset yapma tarzından kaynaklanan sübjektif  teslimiyeti; ve aynı zamanda hem toplumun hem örgütün ihtiyaçlarından kaynaklanan bir iç dönüşüm, sistem içine çekilme dinamiklerini hep birlikte zorladı.

Hareketin çok ciddi örgütlenme, demokrasi ve ideolojik zaafları vardı, kitleselleşmeyle birlikte, bu zaafların aşılma dinamiklerinin oluşmasına rağmen, tersine yönetim daha merkezci ve monolitik bir anlayışı benimseyerek bu iç dinamikleri kullanılamaz hale getirdi. Kitlesel dinamizm kendi başına bir dönüşüm sağlayacak büyümeye ulaştığı zamanlarda bile, parti yönetimi bu dinamizmin önünü açmak yerine onu barajlayan, emir-komuta altına almaya çalışan ters bir politika izledi. Sonuçta bu kitlesel güç ne Kürdistan için ne de Türkiye de bir değişim gücü olarak geliştirilemedi. Gerillaya övgü ve lojistik destekle sınırlanıp kaldı.

PKK’nin sosyalizm anlayışı Türk sol geleneklerinden güçlü biçimde etkilenmiş, süreç içinde de hep bu kanaldan beslenmişti. Doğu Perinçek''ten başlayarak Yalçın Küçük ve Mihri Belli’lere varan, Türk sosyalist hareketinden gelen kadrolarla güçlenen bu eğilim bir süre sonra Stalin kültüyle özdeşleştirilen PKK liderliği, bir süre sonra da, Türk solcuları tarafından Atatürk’e vehmedilen anti-emperyalizm ve ulusal kurtuluşçuluk nitelikleri kolayca Mustafa Kemal kültüyle yer değiştirdi. Böylece PKK’nin bir süre keskin biçimde kapı dışarı ettiği Kemalizm, tam tepeden inerek ve liderle özdeşleşerek içeri girdi.. Bunun sübjektif zaafı besleyen faktör olduğunu kabul etmek gerek.

Bütün bu süreçlerde tartışılmaz/tanrısal bir önderlik kültünün yaratılmış olmasının belirleyici bir etkisi olduğunu da vurgulamak gerekiyor. Böyle bir lider kültü yaratılması, ulusal anlamda bir motivasyon ve örgütün hareketinde itici bir güç kazandırmasına rağmen, sonuçta bu yapı sistem tarafından aynı yerden, yani lider-örgüt-kitle ilişkisinden tutularak PKK boyun eğmeye zorlandı. PKK yönetimindeki kadrolar süreci taşıyabilecek özelliklere sahip oldukları halde, “önder''le" birlikte “İmralı”ya hapsolmayı hep beraber kabul ettiler.

Bu arada komplo teorilerinin hiçbir türüne itibar etmediğimi özellikle belirtmek istiyorum. Onları tartışmak bile gereksiz. Çünkü bu komplo teorilerine inanacak olursak, evimizde oturup istihbarat örgütlerinin başımıza çok daha fazla çorap örmemeleri için dua etmekten başka hiçbir iş kalmıyor. Örgüt, kitleler, toplumsal ilişkiler, rastlantı ve zorunluluklar vb. ne olursa olsun, devletlerin istihbarat örgütleri koskoca bir çağı canlarının istediği gibi biçimlendiriyorlar, insanlara da onların figüranı olmak kalıyor.. Komplo teorilerinin özü budur..

Öyle ve ya böyle, sonuçta Kuzey Kürdistan’da PKK’nin düzen dışı devrimci bir örgüt olma iddiasını terk ederek, düzen içi reformcu bir hareket olmaya karar vermiş olması bir somut bir olgudur. Bununla da kalmayıp hareketin aynı zamanda egemen Türk politikalarına da eklemlenme eğilimi içinde olması, hem ulusal kurtuluş hem de sosyalist hareket için bir çökme düzlemi oluşturmuştur.

Sonuç olarak konjonktürsel farklar söz konusu olsa bile sistemin içinde yer edinme konusunda KDP’den YNK’ ye oradan PKK’ye kadar kitlesel, politik ve askeri gücü olan Kürt örgütleri tam bir iradi bir kararlılık içindeler.. Burada bir kavramı seçerek kullandığımın altını çizmeliyim: Bu örgütler lider kadrolarının öznel niyetlerinden bağımsız olarak, Kürt ulusal hak ve özgürlüklerini talepleştirdikleri zaman otomatikman, muhaliftirler. Orayla bütünleşmek isteseler bile bu talepler kaçınılmaz olarak onları sistem içinde talep sahibi kılmakta ve sistemden beslenenlere karşısında muhalif kılmaktadır. Bu talepleri en alt düzeyde ve kabul edilebilir bile olsa son tahlilde de meşru ve haklı taleplerdir. Bu taleplerin sistem içinde ve sisteme eklenerek ne kadar gerçekleşecekleri ve bu çizgideki yalpalamaları ayrı bir tartışma konusudur, ama sistemin bir parçası olmak ile sistemden talep sahibi olmak arasında önemli bir ayrım vardır.

Sözgelimi işçi sınıfı da varolan haliyle sistemin içindedir, sistemden beslendiği, sistemi beslediği ve talep sahibi olmadığı oranda onun bir parçası, ama sistemle çeliştiği zaman onun içinde olmakla birlikte onun bir değişim dinamiğidir. Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi de Ortadoğu’da çözülmesini istediği bütün talepleri itibariyle, demokratik ve devrimci dönüşümün başlıca dinamiğidir. Devrimci dinamik olma özelliği potansiyel olarak varolmakla birlikte, bu dinamizme kanal olarak örgütlerin büyük oranda ideolojik ve siyasal teslimiyetleri nedeniyle devrimci iddialarını yitirmişse de demokratik karakterini sürdürmektedir.

Hem sömürgecilerin hem de sistem içinde yer edinmeye çalışan örgüt ve önderliklerin açmazları şuradadır ki: eğer bu demokratik istemler sistem tarafından bir biçimde karşılanmazlarsa, toplumsal dinamizm kendisine kanal olacak radikal yönelimlere akmakta gecikmez, hem onun önünde gerici barajlar oluşturan (kimlikleri ne olursa olsun!) eski örgütleri silip süpürür, hem de kendine hayat hakkı tanımayan sistem için ciddi bir radikalizm kaynağı oluşturur.

Çok lafı uzatmadan bir tek basit örnek yeterlidir: FKÖ, Filistin taleplerini ne kadar uzlaştırmaya ve baraj olmaya çalışırsa, çalışsın,  İsraillin bu istemleri karşılamaya yanaşmayan tutumu halkın eğilim ve öfkesini HAMAS ve Hizbullah örgütlerinde ifade etmesine yol açmıştır. Hamas ve Hizbullah’ın Filistin’in kurtuluşu sağlayacak güç ve nitelikte olup olmaması ayrı bir konudur. Burada dikkat çekmek istediğim, toplumsal radikalizmin kaynaklarıdır. Kürdistan dinamikleri de böyledir..

Amerikancı yönelimler..

ABD’yle bölge gericilikleri arasındaki çelişme nedeniyle Kürt siyasi elitinde hızlı bir Amerikan yanlılığı yaşanıyor.. Bu yönelmenin ideolojik bir temeli olduğunu düşünmüyorum, o daha çok pragmatist ve aktüel nedenlere dayanıyor.

Bir anlamda tüm yaşamları boyunca her konseptte sistemin tüm veçheleri karşısında “muhalif” kalarak ağır baskıları göğüslemek zorunda kalmış insanlar, belki de ilk kez dünyanın tek süper gücüyle en azından Güney Kürdistan bağlamında politik olarak örtüşüyorlar ve daha da önemlisi “Kazanan taraf” da olmanın keyfini yaşamak istiyorlar. Hem bir devletleşmenin sonuçlanıyor olması, hem bu nedenle ezilmek yerine destekleniyor olmak.. Tüm bunlar, bir zamanlar Marksist-Leninist olan ve hatta bu yüzden birbirleriyle kıyasıya mücadele etmiş insanların, tüm eski ideolojik edinimlerini unutmalarına yetiyor. Ve bu nedenle birçoğu ABD yönetimine yöneltilen hümaniter eleştirileri bile duymak istemiyorlar..

Bu eğilimin önemli ölçüde Kürt ulusal haklarındaki gelişme umuduna ve verili koşullara bağlı olduğunu, ideolojik bir temeli olmadığını tekrarlamalıyım. Çünkü bu eğilim aynı zamanda ABD’nin daha önce birkaç kez yaşattığı gibi Kürt hareketine tekrar ihanet edebileceği, kendilerini sınırlandırabileceği noktasında kendi içinde ciddi bir güvensizlik unsuru da barındırmaktadır. Ne var ki bu kaygı,  desteği caydıracağına ters bir etkiyle Amerika dostluğunu kazanmak adına onları daha da fanatik bir ABD savunuculuğuna da itebiliyor. Bu da Kürt ulusal demokratik hareketi açısından yeni siyasal çatışmaların sinyallerini veriyor.


Kürdistan’ın özgürleşmesi mi, bölge gericiliklerinin demokratikleşmesi mi?

Bugün bizler için stratejik anlamı olan bu soruyu bir kez daha yinelemek yerinde olacaktır. Çünkü bu soru, Kürt hareketinin Irak’ta savaş sonrası izleyeceği politik tutum ile de çok yakından ilintilidir.

Kürdistan’ın özgürleşmesi mi, bölge gericiliklerinin demokratikleşmesi mi?

Arada çok yakın bir bağ olduğunu kabul etmekle birlikte, (tıpkı kimyasal bileşiklerde moleküllerin bağlanma açıları ve önceliklerin bile belirleyici olduğu gibi) burada Kürdistan’ın özgürleşmesinin merkeze alınmasının tayin edici olduğunu vurgulamak yerinde olacaktır.

Türkiye’nin Irak’ın ya da İran ve Suriye’nin “demokratikleşmesi” Kürt toplumunun sorumluluğu değildir, ama onları son derece yakından ilgilendirir. Kürdistan ulusal hareketinin kendi özgürlük problematiği dururken sömürgeci devletlerin demokratikleşme sorunsalını gündeminin başına yerleştirmesi bir sapmadır ama aynı şekilde “bu ülkelerin demokratikleşmesi bizi hiç ilgilendirmiyor” demek de bir başka önemli yanılgıdır. Tersine bu ülkelerin, bu toplumların ve bu devletlerin demokratikleşmesi tüm ezilenleri son derece yakından ilgilendiriyor. Ayrıca Kürt ulusal muhalefetleri kaçınılmaz olarak bu ülkelerin temel demokrasi dinamiklerinin başında gelmektedir.

Kürdistan’ı sömürge statüsünde tutan bölge gericiliklerinin dördünün de birer totalitarizm abidesi olmaları rastlantı değil... Bu bağlamda bütün parçalardaki Kürt ulusal muhalefetinin kendileri için “özgürlük” bu ülkeler için ise “demokrasi” talep etmelerinden daha doğal bir şey olamaz.

Irak’ın olduğu gibi Türkiye’nin demokratikleşmesi kuşkusuz önemli bir sorun. Kürdistan ulusal demokratik hareketi Türkiye’nin demokratikleşmesinin de en önemli dinamiği durumundadır. Ne var ki  Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi kendisi için özgürlük talebinden vazgeçtiği  andan itibaren bir demokrasi dinamiği olmaktan da çıkar.

Kısaca değinmek isterim ki KADEK tarafından savunulan “demokratik cumhuriyet”, Türkiye’nin demokratikleşmesinden ziyade, Kürt ulusal hareketinin merkeze/ (Ankara rejimine) entegrasyon projesidir. İmralı’dan formüle edilen biçimiyle, 2.Cumhuriyet  Projesinin gerisindedir. 2. Cumhuriyet Projesine karşı çıkan ve onu liberal bulan Türk solu ise demokratik cumhuriyeti olumlamaktadır. “Demokratik cumhuriyet” projesinin ismiyle de çelişen çok önemli bir kusuru var: o da bu projenin merkezine ideolojik olarak Kemalizm''i, siyasal özne olarak da militarist bürokrasiyi (Orduyu) koymasıdır. Bu tam bir paradokstur, çünkü Türkiye’nin toplum olarak da yapısal olarak da demokratikleşebilmesinin biricik yolu varsa, o da militarist bürokratik oligarşik egemenliğin kırılması ve ideolojik olan Kemalizmin yoldan çekilmesidir. Yoksa Tilkinin kendi kuyruğunu yakalamaya çalışması gibi bir şey olur bu. 2. Cumhuriyet projesi ise Kemalizmi reddetmesi ve ordunun siyasetteki egemenliğinin kaldırılması gibi talepleriyle çok daha yakındır demokrasiye..

Irak’ın “demokratikleştirilmesi” adına ABD-Britanya koalisyonunun yürüttüğü savaşın, bir demokratikleştirme projesi olmadığını, olamayacağını, bir kez daha vurgulamak yerinde olur. İşgal ve askeri zorbalıkla Saddam rejimi ne kadar demokratik olabilirse Bush rejimi de o kadar o kadar demokratik olabilir ancak. Kurtarıcıların ikame edecekleri demokrasinin ne senem bir şey olacağını kestirmek için 1990’da “kurtarılan” Kuveyt’in bugün ne kadar demokratik bir ülke olduğuna bakmak yeterlidir. Diktatörlükler zor yoluyla yıkılabilir, ama demokrasi zor yoluyla kurulabilir mi, dışarıdan ihraç ve ikame edilebilir mi? 1980’li yıllarda Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal ederek orada ne kadar “sosyalizm” kurabildiyse, ABD ve Britanya da Irak’ı işgal ederek o kadar “demokrasi” kurabilirler.

Saddam diktatörlüğün yıkılmasından sonra ABD’nin niyetlerinden bağımsız olarak  Irak’ta demokratikleşmenin yolu açılabilir mi ? Bu sorunun cevabı eğer demokrasi dışarıdan ihraç edilen bir şey değilse, eğer demokrasi toplumsal tabakaların ilişki ve dinamiklerinden kalkınacaksa, bunun bir hayli sorunlu olduğunu söylemekle yetineceğim. Saddam rejimi döneminde Irak içinde demokrasi dinamiği olarak söz edebileceğimiz tek güç ezilen uluslardır, Kürtlerdir, Asurilerdir, Şiilerdir.. Irak’ın içinde “demokratik muhalefet” olarak tanımlayabilecek toplumsal bir güç ya da sürgünde de olsa yoğunlaşmış bir aydın muhalefeti de yok. “Irak muhalefeti” diye sözü edilen koalisyonun, Kürt kanadı hariç altının boş olduğu çoktan ortaya çıktı.

O halde  Saddam sonrası Irak’ta kurulacak rejim ABD-Britanya koalisyonun askeri işgal yönetiminden başka bir şey olmayacaktır. Bir işgal yönetimi ne kadar demokratik olabilirse bu  yönetim de o kadar “demokratik” olabilir. Amacı işgal karşıtı muhalefeti ezmek, bombardımanla yıkılmış şehirleri imar etmek adıyla leş kargaları gibi bölgeye üşüsecek olan çok uluslu şirketlerin güvenliğini sağlamak ve enerji kaynaklarının denetimi olan bir yönetimin bir takım teatral gösteriler dışında demokrasiyle pek alakalı olmayacağı açık.

Bunun ne Irak ne de başka hiçbir ülke için savunulacak bir “demokratikleştirme” olamayacağını tartışmaya bile gerek yoktur.


Sosyalistler Güneyde Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını ve birlikte yaşanan halklarla federalizmi savunmalı..

Savaş sonrasında Güney Kürdistan’ın statüsünde ise çok büyük ilerlemeler olmasa bile savaş öncesi durumdan geri gideceğini sanmıyorum. Güney Kürdistan’ı bekleyen açmazların başında ise şimdiye kadar Irak merkezi yönetimine bağlılık için zorlanmayan Kürtlerin bundan sonra Bağdat’ta oluşacak olan bütün merkezi yönetimlere daha çok bağlılığa zorlanması geliyor. Bağdat’ta Saddam rejimi olduğu sürece böyle bir ilişkiye zorlanmayan Kürtlerin 10 yıldır sürdürdükleri fiili bağımsızlık, bu anlamıyla “özerklik” sınırlarına çekilmeye zorlanabilir.

Diğer bir açmaz da Güney Kürdistan Federal yönetiminin başkenti kabul edilen Kerkük’te, Türkiye’nin de baskıları sonucu egemenliğin Kürtlere devredilmemesi oluşturacak. ABD’nin Kerkük’te tek başına bir Kürt yönetimine izin vermeyeceği yolunda Türkiye’ye güvence verdiği biliniyor. TC’nin ister blöf olsun, ister olmasın bunu önlemek için elinden gelen bütün olanakları kullanacağı da sır değil. Kaldıki Kerkük’ün fiili ve siyasi egemenliği önemli bir petrol rezervi taşıması açısından da koalisyon güçleri tarafından Bağdat gibi uzun süre ortak yönetilmesi planlanan bir kent olarak kalabileceğini gösteriyor. Yani orta vadede Kerkük’ün üzerinde kapışmalar yürütülen sorunlu bir alan olarak kalacağını düşünüyorum.

Güney Kürdistan’ın fiili bağımsızlığına ilişkin birçok hareket alanını kaybetme tehlikesine karşılık, Irak’ın varsayılan “bütünlüğü” içinde daha güçlü ve güvenceli bir Federasyona ulaşabileceğini, eğer sorunlu yanlar aşılırsa Irak merkezi yönetiminde de daha etkin bir biçimde temsil edilebileceklerini sanıyorum. Çoktandır rafa kaldırılmış olan eski Irak Anayasası, temel olarak Irak devletin Araplardan ve Kürtlerden oluşmasını öngörmektedir. Bu göndermenin Irak devletinin kurulmasını onaylayan Birleşmiş Milletler kararlarına göre yapıldığına dikkat çekmek gerekiyor. Tüm bu hukuksal süreci destekleyen diğer temel metin ise 1971 Otonomi anlaşmasıdır. Kürtlerin savaş sonrası statülerinin bu düzeylerin gerisine gitmeyeceği, tersine şimdiye kadar uygulanmamış olan bu hukuksal yapının hem kullanılır hale gelmesi olanaklıdır,  hem de daha da tahkim edilmesi mümkündür.

Bence Irak merkezi yönetimi ve federasyon tartışmaları bağlamında Güneyde yürütülecek politikanın gevşek bir Konfedaratif  yapı oluşturulması yönünde olması daha akılcıdır. Güney Kürdistan Federal yönetiminin , dış ilişkilerde de kimi özerklikleri olabilmesi, örneğin diplomatik temsilcilikleri olabilmesi, ikili anlaşmalara görebilmesi sağlanabilir. İngiltere-İskoçya ve Rusya-Ukrayna ilişkileri bile bir örnekleme yapılabilir. Özcesi Kürt diplomasisi bu konjonktürde Irak’ın federatif yapısı içinde yer alsa bile “ayrılma hakkını” güvence altına almayı önüne koyabilir. Durumun böyle bir güvence elde edilmesi için son derece uygun olduğunu düşünüyorum.

Eğer Güney Kürdistan’da fiili bağımsızlık koşullarından vazgeçilecekse, bunun karşılığı uluslararası güvencelere alınmış coğrafi sınırları olan gevşek bir Konfederasyon olabilmeli.

Güney Kürdistan’daki sosyo-ekonomik yapılanmaya gelince, bunun kapitalist pazarın bir parçası olarak biçimleneceğine kuşku yok.  Kürdistanlı sosyalistlerin buradaki yaklaşımı, yöneten sınıfların parti bürokratlarının, mülk sahiplerinin değil, mülksüzlerin, yoksul köylülüğün, emekçilerin haklarını temel alan bir politikaya sahip olmasıdır. Güney Kürdistan’da sendikaların, sivil toplum örgütlerinin tam bir güvence içinde örgütlenmelerini, basın ve bilimsel özgürlüğünü, yönetime katılabilmeye ve onu denetleme mekanizmalarının işlerliğini, kadınların toplum ve siyasette eşit temsili gibi bir dizi demokrasi talebinin takipçisi ve örgütleyicisi olmak Kürdistanlı sosyalistlerin işidir.

Bu bağlamda Güney Kürdistan’ın iç federalizminin de artık bir siyasal zemine oturtulması gerekiyor. Şu anda ortak yönetim aygıtları da bulunmasına rağmen KDP ve YNK’nin ayrı idari bölgeleri söz konusu. İki kitlesel örgüt arasındaki çatışmanın etnik bir temeli  de vardır. Kurmanc ve Soran bölgeleri ile bu iki lehçenin devlet ve toplum hayatındaki konfigürasyonu akılcı çözümlerle, etnik demokrasi içinde bir güce dönüştürülebilir. Bu konuda tarafların dikkatli ve özenli davranmaları büyük önem taşıyor.

Aynı duyarlılığın özellikle Asuriler ve Yezidiler konusunda da gösterilmesini bekleyebiliriz. Örneğin KDP’nin hazırladığı Bölge Federal Anayasa taslağında devletin resmi dini olarak “İslamiyet”in gösterilmesi, Güney Kürdistan’ın asli toplumsal öğeleri olan Asuri ve Yezidileri ikinci sınıf unsurlar haline getirme, giderek devlet ve toplum hayatında ayrımcılığın kurbanı olmalarına neden olabilir. Keza sömürgecilerin kendilerine yaşattıklarının tersine Güney Kürdistan, kendi bölgesinde yerleşik olan Arap ve Türkmen toplumlarının temsili yönetime katılmaları, ulusal kültürel haklardan yararlanmaları gibi demokrasi sorunlarını çözmek durumunda.

Özcesi sosyalistler içeride toplumsal siyasal demokrasinin yerleşmesi için yapıcı ve aktif bir katkı sunarlarken, bütün uluslararası platformlarda Güney’de Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını kullanma biçimlerini savunabilirler.

Ben, sürece ilişkin kendi tutumumun çerçevesini şöyle çizebilirim:
Genelde Kürt ulusal özgürlük hareketi, özelde ise Güney Kürdistan’daki taleplerinin evrensel açıdan tarihsel haklılığa sahiptir. Güney Kürdistan’daki ulusal örgütlenmeler barındırdıkları iç zaaflar ve sınıfsal karakterleri ne olursa olsun bu düzlemde toplumsal bir meşruiyete sahiptirler. Güney Kürdistan’la oluşan bölgesel iktidar da Kürt ulusunun kendi kendini yönetme iradesinin bir tecellisi olarak meşrudur ve tüm ilerici, demokrat dünya toplumu tarafından desteklenmelidir.

Güney Kürdistan’da Kürt toplumunun Saddam''ın diktatöryel rejjimin gerçek mağduru ve hedeflerinden biri olduğu, özgürlük taleplerinin haklılığından hareketle, ABD’nin Irak’a müdahalesi sürecinde onun kendi eylemiyle çelişik bile olsa Kürdistan’ın özgürlük davasına lehine yapabileceği değişiklikler göz ardı edilemez.. Kuşkusuz ABD’nin daha önceki ihanetleri ve emperyal niyetleri göz önüne alındığında, bu konuda saf bir iyimserlik içinde olmamak, en kötü senaryoları hesaba katarak politika yürütmek kaçınılmazdır.


Sonuç yerine

Yaşamakta olduğumuz savaşın sadece konvansiyonel silahlarla yürütülen, teknoloji ve ekonomik gücü olanın kazanacağı bir savaş olduğunu düşünmüyorum. Savaşın asıl silahları siyasal, felsefik ve ideolojiktir.. Kültürler ve ahlak da savaşıyor. Aklımız ve vicdanımız da bombardıman altında.

Ahlakı, felsefeyi, ideolojiyi, temel değerlerimizi bir yana koyarak salt analitik çözümlemelerle yetinmek bana göre değil. Eğer hiçbir “değer” önemli değilse, fırsatını bulduğumuz ilk yerde bir safra gibi bunları terk edeceksek, o zaman “özgürlüğün” ne anlamı var! Bizi haksızlıklara, adaletsizliğe isyan ettiren nedir o zaman? Kolayca zulmedene dönüşeceksek neyiz biz?

Şuna çok eminim, yaşadığımız dünyanın toplumsal çelişkilerine çözüm olduğuna ikna olduğum için sosyalist düşünceyi benimsedim. Bugün sosyalist anlayışlarımızı,  mücadelemizi sorguluyorsam artık toplumsal çelişkiler beni rahatsız etmediği için değil,  çözüm olduğuna ikna olduğumuz sistematiğin açmazlarından da rahatsız olduğum içindir..

Belki de bir vicdan muhasebesi yapmamız gerekiyor  ve belki de Kürdistanlı sosyalistler için “zor bir dönemeç”ten bahsederken sadece kendime ilişkin öznel bir “zor dönemeçten” bahsediyorumdur. Böyle de olsa yine objektif bir durumu tartıştığımı varsayıyorum. Beni rahatsız eden ikilem ve soru işaretlerinin birçok kişiyi de rahatsız ettiğine inanıyorum.

Bir insanın sahip olabileceği en büyük hazinenin küçücük soru işaretleri olduğu kanısındayım. Einstein çok haklı olarak şöyle yakınmıştı bir zamanlar. “Atomu parçalamayı başardık ama insanların önyargılarını parçalamayı başaramadık.” Bence insanın aklına yerinde ve zamanında takılan küçücük mütevazı bir soru işaretleri,  çok katı önyargıları da dogmaları da parçalayabilecek bir enerji taşıyorlar.

Okurlarla küçücük soru işaretlerimi paylaşabildiysem amacıma ulaşmış sayıyorum kendimi.

Yorumlar