Nihayet 53. Berlinale sayesinde Atom Egoyan’ın “Ararat”ını görebildim.
Bu film
hakkında daha çekilmeye başlanmadan yazılıp çizilmiş o kadar çok şey
okumuştum ki neredeyse bir tanıdığımı ziyarete gitmek gibi bir şey oldu benim
için.
Bu
makaleyi hazırladığım günlerde de Ararat, Kanada’nın Oscar’ı sayılan Genie ödüllerini
beş dalda birden kucakladı; En Iyi Film, En Iyi Kadın Oyuncu (Arsinee
Khanjian), En Iyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Elias Koteas), En Iyi Kostüm ve En
Iyi Müzik...
Özellikle
Türkiye’de filme karşı gürültülü bir kampanya yürütüldüğünü hatırlarsınız.
Kimi TV kanalları, gazeteler, internet siteleri, filmi daha senaryo
aşamasındayken eleştiri bombardımanına tuttular. Tıpkı “Musa Dağ’da 40 Gün” e
yapıldığı gibi filmin çekilmesini engellemek için yoğun bir çaba
gösterdiler.. vesaire.. Öyleki Türk akademisyenler, daha filmi görmeden sırf
senaryosuna dayanarak üzerinde “bilimsel” tezler falan üretmeye kalkışan bir
kitap bile yazdılar. (Bkz.Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Ermeni
Araştırmaları Enstitüsü’nden Yard. Doç. Dr. Sedat Laçiner ve Şenol
Kantarcı;“Ermeni Propagandasının Bir Aracı Olarak Sanat: Ararat
Filmi Örnek Olayı” Mayıs, 2002, Istanbul )
Filmin
soundtrack için duduk çalan Arto Tuncboyaciyan geçtiğimiz yıl öldüğü
zaman “Ararat’ın laneti Arto’yu çarptı” başlıklı
haberler yapıldı gazetelerde... (2 Şubat 2002/Star) Tunç’un Yalova’da
bulunan mezarı şimdi birileri tarafından sürekli tahrip ediliyor.
Kuşkusuz
filmin bu denli ses getirmesinde yönetmenin başarılı bir filmografiye sahip
olmasının önemli bir yeri var. Eğer bu tema böylesine tanınmış bir yönetmen
tarafından çekilmeseydi belki “basit bir propaganda filmi” diye mahkum
edilmesi daha kolay olacaktı. Oysa Atom Egoyan, ticari sinemada
olmasa bile sanat dünyasında oldukça beğenilen genç kuşak yönetmenlerden
biri.
Eleştirmenler onu “Masumiyetle kötülüğün tanışması teması etrafında
dolaşmayı seven, çıplak gerçeklere ulaşmak için çabalayan, Çağdaş toplumun
güç ve teknoloji-merkezli dünyasında bireyin yabancılaşması konularına özel
yakınlık duyan” bir sanatçı olarak tanımlıyorlar. Egoyan,
daha önce çektiği Celandar (Takvim) filminde de, “Ermeni
kimliğine olan duyarlılığını, Ermeni dili ve kültürüne özlemle karışık
yabancılık çekişini sade ve incelikli bir sinema diliyle“ anlatmış bir
yönetmen.
Ararat
ise Egoyan’ın filmografisinde hem kişisel olarak hem de politik açıdan çok
önemli bir yere sahip. Yönetmen bu yüzden ona “hayatımın filmi” demekte.
Gazetelere yansıyan demeçlerinde “Tarihin böylesi hassas bir sürecini ele
almanın doğurduğu sorumlulukların bilincinde olduğunu, Mümkün olduğunca makul
düşünmeye ve sorumlu davranmaya gayret ettiğini”;“Ancak soykırımın kesinlikle
gerçekleşmiş bir şey olduğunu bunun kendisi için reddedilemez, tartışma
kaldırmaz bir veri” olduğunu vurgulamakta.
Film
daha gösterime girmeden siyasal tartışmalara o denli malzeme oldu ki, geçen
yıl 55. Cannes film festivalinde ilk kez gösterime girdiğinde Egoyan filmini,
daha fazla politikleştirmemek adına Altın Palmiye Yarışması'ndan çektiğini
açıkladı.
Senaryo
aşamasında, bunun “sözde Ermeni soykırımını propaganda ettiğini” savunanlar,
film gösterime girdikten sonra da onun hiçbir sanat değeri olmadığını ve
ciddiye alınmaması gerektiğini yazıp çizdiler.
Soykırım
tartışmalarının gerilim odağında duran Ararat, sonuçta olduğundan daha çok
politize edilmiş oldu. Sanırım filmin en büyük dezavantajı da bu .. Böylece
filmin, talihsiz bir şekilde kendi ününün gölgesinde kaldığını
söyleyebilirim.
Bütün
bunlara rağmen, ışıklar söndüğünde tüm okuduklarımı ve duyduklarımı bir yana
bırakıp sıradan bir film gibi izlemeye çalıştım onu. Filmde damarıma basan,
yüreğime sarılan bir hayli ayrıntı vardı, bu ayrıntıları filmin bütünlüklü
mesajından daha çok önemsedim... Rahmetli annemin iyi filim ölçütü şöyleydi;
“çok güzel filmdi” derdi, “çok acıklıydı!” Ararat da “acıklı bir film”… Bu da
çok normal, çünkü bir insanlık trajedisini, soykırımın kuşaktan kuşağa geçen
acılarını anlatıyor…
Ararat,
diasporada yaşayan üçüncü kuşak Ermenilerin, kendi kimliklerini, köklerini
arayışını, 1915 soykırımını ve bu travmanın kuşaktan kuşağa aktarılan
etkilerini sorgulayan, bugünden geçmişe bakışlarını yansıtan bir film. Birçok
katmandan oluşuyor; “flashback”lerle, geri dönmelerle beslenen, iç içe geçmiş
ve birbiriyle bağlantılandırılmış öykülerle kurgulanmış. Bu örgü seyrederken
insanı biraz zorlasa da, bağlantıların ustaca kurulmuş olması, ortaya
başarılı bir kurdela çıkarıyor.
Filmin
öyküleri, senaryosu ve verilmek istenen mesajlar belliki uzun uzadıya
düşünülmüş. Gelişigüzel çekilmiş hemen hiçbir sahne ve diyalog yok gibi. Bu
yoğunluk insanın filim üzerine sonradan daha çok düşünmesine ve seyrederken
üzerinde durmadığı ayrımları zamanla farketmesine neden oluyor. Bu da filmi
yeniden izlemek duygusu uyandırıyor insanda..
Ararat’ın
birbiriyle bağlantılandırılan beş ayrı öyküye dayanıyor.
Resimdeki
annenin ellerine ulaşmak..
Bunlardan
ikisi 1915 yılı Van ayaklanması ve soykırımı dönemine ilişkin dökümanter
nitelikli anı-öykülerden oluşuyor. Ve filim içinde filim çeken yönetmenin
tarihsel filmini oluşturuyor. Öykülerden ilki ünlü ressam Arshile
Gorky (1904-1948)’nin çocukluk dönemine, Van’daki Ermeni direnişi
günlerine ait.. Ressam atölyesinde annesiyle çekilmiş eski bir fotoğrafın
üzerinde çalışırken gerilere gitmektedir. Resme konu olan fotoğraf küçük
Arschile ve Annesinin, Amerika’ya gitmiş olan babaya göndermek üzere
çektirdikleri bir fotoğraftır. Bu fotoğraf vesilesiyle 1915 yılının Van’ında
bir Ermeni Mahallesi ve çarşısından kesitler izlemekteyiz. Güzel günlerin
anıları birazdan dehşete dönüşecektir..
[Asıl
adı Vosdanig Manug Adoian olan Gorky, Amerika’nın ünlü ressamlarından biri.
Van’ın bir Ermeni köyünde (Xorkom) doğan Vosdanig, 1915’deki ayaklanma ve
direnmenin bastırılmasından sonra Rus ordularının ardından annesi ve üç kız
kardeşiyle birlikte 150 millik bir yolculukla Erivan’a göç eden büyük
kitlelerin içindeydi. 1916 yılında iki kız kardeşiyle birlikte Amerika’ya göç
etti. Annesini ise Rusya’da iç savaş yıllarında kaybetti. (1919) Vosdanig
1925 yılında Amerika’da atıldığı yaşam mücadelesinde acılı geçmişinden kopma
isteğiyle adını değiştirerek, ünlü Bolşevik yazar Maxim Gorky’nin soyadını
benimsedi. Yapıtlarıyla soyut dışavurumculuğun (Abstract Expressionism)
Amerika'daki öncülerinden olan ve Modern yapıtlarıyla sanat çevrelerinde
ün kazanan Gorky, 44 yaşındayken kendini asarak intihar etmişti...]
Filmin
beni en çok etkileyen sahnelerinden biri, ressamın annesinin resmini tuale
geçirirken onun ellerini tutmaya, duyumsamaya çalışmasıydı. Parmaklarındaki
boyalarla annesinin ellerine hayat vermeye çalışan Gorky gerçekten de o
ellere ulaşmaya çalıştı..Ressamın fırça darbeleri, yaşamını yeniden kurma,
anlamaya çalışma mücadelesiydi sanki..
1915
Van’da Ermeni direnişi
-Ikinci
öykü, 1915 yılında Van’da görev yapan Amerikalı misyoner doktor Clarence
D. Ussher'in anılarına dayanıyor. Ussher, Türk ordularının Van'ı
Ruslardan geri alacağı belli olunca Ruslarla beraber şehri terk etmiş ve
Amerika'ya döner dönmez, 1917 yılında anılarını topladığı "An
American Fhysician in Turkey" (Türkiye’de Amerikalı Bir Doktor) adlı
bir kitap yazmıştır. Iki öykü aslında birbirinden bağımsız olmasına rağmen,
zaman ve mekan özdeşliği sonucu birbiriyle kolayca bağlanabiliyor. Örneğin
Ussher’in anılarındaki kurye çocuk, Gorky olabiliyor.
1914 yılında Almanya’nın yanında 1. Dünya savaşına katılan Osmanlı Hükümeti Seferberlik ilan etmesiyle birlikte; jandarmanın zorla askere alma girişimleri; silah arama bahanesiyle yapılan baskılar ve ordunun Rusya üzerine sefere hazırlanması gibi nedenler; Ermeni milliyetçiliğinin merkezi konumunda olan Van'da kısa sürede fiili direnişe dönüşmekte gecikmedi. Nüfus olarak Ermeniler Van'da bir hayli yoğundular. Sosyal konumları güçlüydü. Sınıra yakın olmaları nedeniyle hem Iran hem de Kafkasya'daki Ermenilerle yardımlaşma avantajına da sahiptiler. Bölgedeki etnik dengeleri gözeten Tahsin Pasa'nın yerine kısa bir süre önce atanmış olan Enver Paşa'nın kayın biraderi Cevdet Bey, yörede Ermeni kırımı hazırlıkları içindeydi.
Sürdürdüğü amansız şiddet nedeniyle ilişkiler olabildiğince gerilmişti, Cevdet Bey'in 4 Nisan 1915'de; Ermeni mahallelerinin kuşatma altına aldırmasından sonra görüşme bahanesiyle makamına çağırdığı Ermeni ileri gelenlerini tutuklatması, bazılarını ise öldürtmesi bardağı taşıran son damla oldu.
30 bin Ermeni, mahallelerin etrafına siperler kazarak az sayıda yiyecek ve cephane ile ordu kuşatmasına karşı Nisan ayı sonuna kadar Van'ı büyük bir direnme ile savundular. Direnmenin son günlerine doğru Rus Ordusu içindeki gönüllü Ermeni Fedaileri Van'a ulaştı. Van'lı Ermeniler karşı atağa geçtiler. Van il merkezindeki bütün hükümet binalarını; Osmanlı Bankası, Tekel, Posta Merkezi gibi stratejik noktalan ele geçirdiler.
Hükümet bölgeye yeni ordu birlikleri sevk etti. Ordu, büyük kayıplar vererek ancak Nisan ayı sonlarında bu direnmeyi kırabildi. 250 bin Ermeni, geri çekilen ordu ile birlikte Kafkaslara doğru göç etmek zorunda kaldı. 40 binden fazla kişi bu kaçışta telef oldu. Van, bastan basa yakılıp yıkıldı.
Ermenilerin Van'daki bu zorlu direnişi hükümetin sindirme politikasına karşı en ciddi karsı koyuşlardan biridir. Van direnişi başladığı sırada Muş ve Bitlis'te Ermeni hareketleri kontrol edilemiyordu. Ermeni örgütlerinin Dersim bölgesindeki aşiretlerle işbirliği aramaya yönelmeleri; isyanın bütün bölgeye yayılma tehlikesi hükümeti korkutmaktadır.
Van direnişi, Tehcir Kararı'nın yürürlüğe konulması için hükümetin yararlandığı bir "isyan" bahanesi olarak kullanıldı. D. Ussher, Van’daki Amerikan Hastanesinde görevli misyoner bir rahiptir ve anılarını yazdığı kitapta Van’daki Ermeni ayaklanması, Ermeni direnişçilerin durumları, Rus ordularının Van’a girmesi, geri çekilişi ve ardından yaşanan büyük göç olayları bu dönemdeki kent yaşamından, direniş ve çatışmalardan önemli ayrıntılar vermektedir.
1914 yılında Almanya’nın yanında 1. Dünya savaşına katılan Osmanlı Hükümeti Seferberlik ilan etmesiyle birlikte; jandarmanın zorla askere alma girişimleri; silah arama bahanesiyle yapılan baskılar ve ordunun Rusya üzerine sefere hazırlanması gibi nedenler; Ermeni milliyetçiliğinin merkezi konumunda olan Van'da kısa sürede fiili direnişe dönüşmekte gecikmedi. Nüfus olarak Ermeniler Van'da bir hayli yoğundular. Sosyal konumları güçlüydü. Sınıra yakın olmaları nedeniyle hem Iran hem de Kafkasya'daki Ermenilerle yardımlaşma avantajına da sahiptiler. Bölgedeki etnik dengeleri gözeten Tahsin Pasa'nın yerine kısa bir süre önce atanmış olan Enver Paşa'nın kayın biraderi Cevdet Bey, yörede Ermeni kırımı hazırlıkları içindeydi.
Sürdürdüğü amansız şiddet nedeniyle ilişkiler olabildiğince gerilmişti, Cevdet Bey'in 4 Nisan 1915'de; Ermeni mahallelerinin kuşatma altına aldırmasından sonra görüşme bahanesiyle makamına çağırdığı Ermeni ileri gelenlerini tutuklatması, bazılarını ise öldürtmesi bardağı taşıran son damla oldu.
30 bin Ermeni, mahallelerin etrafına siperler kazarak az sayıda yiyecek ve cephane ile ordu kuşatmasına karşı Nisan ayı sonuna kadar Van'ı büyük bir direnme ile savundular. Direnmenin son günlerine doğru Rus Ordusu içindeki gönüllü Ermeni Fedaileri Van'a ulaştı. Van'lı Ermeniler karşı atağa geçtiler. Van il merkezindeki bütün hükümet binalarını; Osmanlı Bankası, Tekel, Posta Merkezi gibi stratejik noktalan ele geçirdiler.
Hükümet bölgeye yeni ordu birlikleri sevk etti. Ordu, büyük kayıplar vererek ancak Nisan ayı sonlarında bu direnmeyi kırabildi. 250 bin Ermeni, geri çekilen ordu ile birlikte Kafkaslara doğru göç etmek zorunda kaldı. 40 binden fazla kişi bu kaçışta telef oldu. Van, bastan basa yakılıp yıkıldı.
Ermenilerin Van'daki bu zorlu direnişi hükümetin sindirme politikasına karşı en ciddi karsı koyuşlardan biridir. Van direnişi başladığı sırada Muş ve Bitlis'te Ermeni hareketleri kontrol edilemiyordu. Ermeni örgütlerinin Dersim bölgesindeki aşiretlerle işbirliği aramaya yönelmeleri; isyanın bütün bölgeye yayılma tehlikesi hükümeti korkutmaktadır.
Van direnişi, Tehcir Kararı'nın yürürlüğe konulması için hükümetin yararlandığı bir "isyan" bahanesi olarak kullanıldı. D. Ussher, Van’daki Amerikan Hastanesinde görevli misyoner bir rahiptir ve anılarını yazdığı kitapta Van’daki Ermeni ayaklanması, Ermeni direnişçilerin durumları, Rus ordularının Van’a girmesi, geri çekilişi ve ardından yaşanan büyük göç olayları bu dönemdeki kent yaşamından, direniş ve çatışmalardan önemli ayrıntılar vermektedir.
Ararat
filmini eleştiren Türk akademisyenler Ussher gibi kişilerin, Osmanlı
topraklarında Ermeni milliyetçiliğini örgütlendirmek ve ayaklandırmak için
ajan olarak çalıştıklarını öne sürmekte ve bu nedenle de bu kişinin
tanıklığının tarafsız ve objektif olamayacağını ileri sürmekteler. Beri
yandan da yine Ararat’ı, Ussher’in anılarını adeta bir belgesel gibi çekmeyip
yorumlamış olmasını da tahrifatçılık sayarak garip bir ikilem göstermekteler.
Çünkü Ussher’in anıları belgesel gibi çekilmiş olsaydı, çok daha net bir
soykırım fotoğrafı veren bir film ortaya çıkmış olacaktı…
Filmin
içinde geçmişle geleceği birbirine bağlayan öykü, işte 1915’de
Van’da meydana gelen direniş ve soykırımı anlatmaya çalışan bir filmin
çekimleri. Böylece Ussher’in anıları ve Gorky’nin çocukluğunda yaşadığı
tanıklıklar bu film aracılığıyla bugünün dünyasına kolayca taşınabiliyor.
Ussher’in “Türkiye’de Amerikalı Bir Doktor” kitabını temel alan bu filmin
yönetmeni Edward Saroyan (Charles Aznavour) da ruhen yaralı olan bir
insan. Tehcir sırasında anneannesi tecavüze uğramış, o zamanlar küçük bir kız
olan annesi de buna tanık olmuş Edward'ın. O hep bu öyküleri dinleyerek
büyümüş. Filmde bu tecavüz sahnesine de yer varilmekte: Bir Türk askeri genç
bir kadına tecavüz ediyor, genç anne korkudan nutku tutulmuş küçük kızının
elini tutmakta. Gözyaşlarını zor tutan küçük kız her şeye rağmen vahşice
saldırılan annesini rahatlatmak için parmaklarını öpmektedir.
Diaspora
köklerini, acılarının kaynağını arıyor…
Kanada’da
yaşan üçüncü kuşak Ermeni toplumun ise Raffi (David Alpay) isimli
gencin öyküsü ile dile getiriliyor. Raffi’nin babası Türk diplomatlarına
yapılan bir suikast girişiminde öldürülmüş, radikal bir Ermeni militanıdır.
Annesi ise bir sanat tarihi profesörü. Üvey kız kardeşi Celia (Maria-Josee
Croze) ile aralarında ilginç bir aşk yaşanmaktadır. Soykırım filminin setinde
şoförlük yapan Raffi, filmin çekimlerini izlerken kendi kimliğini ve
geçmişini sorgulamaya başlar ve değişime uğrar. O güne dek yaşadığı bütün
şeyler alt üst olmuştur ve senaryonun kendisine söylettiği güzel bir sözle
“kendi kişisel tarihini yaratmak” üzere Türkiye’ye kadim Ermenistan
topraklarına bir yolculuğa çıkar.
Raffi’nin
annesi sanat tarihi profesörü Ani (Arsinee Khanciyan),, öğrencilere
ressam Arshile Gorky’inin “Kendisi ve
Annesi”ni işleyen tablosu üzerine
konferanslar vermektedir. [“The Artist and His Mother”
-c1926- adlı bu tablo New York’da Whitney Amerikan Sanat Müzesi’nde
sergilenmiktedir.] Bu nedenle de aynı zamanda Soykırım filminin sanat
danışmanlığını yapmaktadır. Gorky’nin tablosu ve öğrencileriyle
dolayımıyla mülteci Ermeni toplumunun politik ve sosyal yaşamı bir
başka biçimde de sorgulanmakta. Ani'ye göre ünlü ressam vatan hasretine
ve yaşadığı acıların ağırlığına dayanamayarak intiharı seçmiş. Gorky’inin intiharı
için başka bir iddia ise çok sevdiği karısının başka bir erkek için onu terk
edeceğini söylemesi. Bu ikilem Ani’nin gerçek yaşamına da çok benziyor:
Ani’nin ilk kocası -Raffi’nin babası- bir eylem sırasında öldürülen bir
militanken, ikinci eşi -Celia’nın babası- ise Ani onu terketmek üzereyken
intihar etmiştir. Celia bu nedenle Annesinin kendi gerçeğinden kaçtığı gibi,
ressam Gorky’nin hayatını da tahrif ettiğini ileri sürmekte ve annesiyle
çatışmaktadır.
Gerçeğe
karanlıkta ve el yordamıyla ulaşmaya çalışmak..
Bu ayrı
öyküler başarılı bir biçimde kare kare birbiriyle bağlantılandırılıp, başka
bir öykünün içinde finale aktarılıyor: Raffi çantasında kutularca 35 mm’lik
film bobinleri, kameralar, kasetlerle birlikte Türkiye’den Kanada’ya
dönmektedir. Toronto havaalanında görevli gümrük polisi (Christopher
Plummer), Babası eski bir ASALA militanı olan gencin birşeyler
sakladığından emin olarak, onu sorgulamaktadır. Bu kriminal sorgulama aynı
zamanda Raffi’nin kendi kişisel tarihine ve Ermenistan tarihinin
kalıntılarına ilişkin bir yolculuğu içinde barındıran psikanalitik bir
çözümlemeye de dönüşüyor.. Raffi, beraberinde getirdiği kaset ve filmlerin,
Toronto’da çekimi yapılan Soykırım filminin ekleri olduğunu söylemektedir.
Fakat sözünü ettiği filmin çekimleri bitmiş galası verilmektedir. Kuşku somut
hale gelir. Bir bakıma Raffi’nin çektiği kasetler ve film bobinleri üzerine
gümrük polisiyle aralarında geçen kriminal, tarihi ve sosyal ve kişisel
sorgulama dolayımlı olarak Soykırım filmi üzerine de geçiş yapmakta, bu
vesileyle de 1915 soykırımın gerçekliği, gerçeğin izdüşümü ve algılanışı
üzerine harika bir final yaratılmaktadır.
İçinde
gerçekten film olup olmadığını anlamak için bobinleri ışıkta açmaya çalışan
Gümrük polisini Raffi, onları karanlıkta kontrol etmesi gerektiği yoksa
yanacakları konusunda uyarır. Bunun üzerine ışıkları söndürüp bobinleri açan
ve ne olduğunu elleriyle yoklayarak anlamaya çalışan polis “Evet” der “bunlar
gerçekten de film”.. Ve Raffi serbest bırakılır.. Ama birkaç sahne sonra
gümrük memurunu ışıkta ve bobinlerin içindeki eroin paketlerini dalgın dalgın
karıştırmasını izleriz…
İşte tam
da geçmişe ilişkin gerçeği karanlıkta ve el yordamıyla aradığımıza ilişkin
anlamlı bir mesaj... Ve yine diyaloğlarda geçen bir başka söz “Niçin sana
inanayım?..”, “Kanıtım yok, ama inanmayı seçtin mi, evet seçtim..”
Raffi’nin
bobinlerde eroin çıkmasına rağmen nasıl serbest bırakıldığını ise
sevgilisiyle buluşması sırasındaki diyaloğdan anlıyoruz; “Oradaki adam bana
film çekimlerinde yardım etti ve bunun karşılığında kendi filmlerini
götürmemi rica etti bana. Iyi bir alışverişti..” Demek ki kuşkuları kendisini
doğruladığı halde gümrükçü, Raffi’nin öyküsüne inanmayı seçmişti…
Filmde
soykırım gerçekliğine ilişkin “sorgulama” diskuru da bu.. Gerçekte bunların
olup olmadığından kuşkulanıyor muyuz? O döneme ilişkin elimize alıp
tutabileceğimiz bir şey yok. Ama onun izleri ve yansımaları, bizim inanmayı
seçmemizi gerektiriyor. Egoyan'ın sözünü ettiği "Yalanlar,
kandırma, inkar, gerçek ve korkuların antik savaş alanı"...
Ararat’ı
aynı zamanda Egoyan’ın kendi kişisel tarihini çekme, otobiyografik bir deneme
olarak da kabul etmek mümkün. Yönetmenin yaşam grafiğine bakıldığında, filmin
her bir unsurunda dağılmış halde kendisini görebiliyoruz. Örneğin soykırım
filmleri çekilirken, kendi köklerini araştırma duygusu uyanan ve bunun için
ata topraklarına yolculuğu çıkan genç Raffi tam da Egoyan’ın kendisi
olmalı. Mısır'da Ermeni bir anne ve babanın çocuğu olarak dünyaya gelen
Egoyan, çocukken Kanada'ya taşınmış ve sanatçıların bulunduğu bir ortamda
büyümüş. Egoyan çocukluk ve ilk gençlik yıllarını tam bir Kanadalı gibi
Ermeni kültürünün temel değerlerinden uzakta geçirmiş. Henüz 18 yaşında
üniversitede öğrencisi iken, tıpkı filmdeki Raffi gibi kendi kültürel
mirasını sorgulamaya başlamış. Yönetmen 1978'de Toronto Üniversitesi'nde
siyasal bilgiler okumaya başladığında o günlerin politik sorularıyla karşı
karşıya kalır. böylece Ermeni kimliğine yönelir. Anadilini de sonradan
öğrendiği yazılıyor biyografilerde. Ararat’ın alt yapısını da bu arayış ve
olgunlaşma içinde biçimlendirmiş. Solgun bir fotoğrafı tualinde yeniden bir
resim olarak yaratmaya çalışan ve resimdeki annesinin elini tutmaya,
hissetmeye çalışan ressam Arschile’nin duyguları bence tam Egoyan’ı da
anlatıyor olmalı.
Filmde
Raffi’nin sevgilisi rolündeki Celia’nın öfkeli, sorgulayıcı tavrı
ile Egoyan’ın eşi (ve bu filmde de Ani rolünde) Arsinee Khanciyan’ın
gerçekteki radikal tutumu arasında da bir paralellik kurulabilir. Celia,
babasının nasıl kaybolduğunu anlamaya çalışmaktadır. Annesi Ani ile sık
sık tartışıyorlar. Aslında bir iç tartışmayı izliyoruz sanki. Arsinee
Khanjian’a göre “Ararat filmi, soykırımı değil, inkârı anlatıyor, film tarihi
yeniden gözden geçiriyor, tarih revizyonizmini anlatıyor. Ayrıca film tarihin
yapamadığını, çok önemli bir ifadeyi de ortaya koyuyor, o da tarihin sadece
kazananlarca yazılmadığını... Bu ifadeler Khancijan’ın berrak bir politik
tutumu olduğunun kanıtı…
Filmdeki
Kanadalı Ailenin oluşturduğu karekterler ise sanki mültecilerin metropol
insanını özdeşleştirdiği tiplerden oluşmuş: Komşu, okul arkadaşı, sevgili
değil de; gümrük polisi bir baba (David) ve sanat galerisinin
güvenlik görevlisi oğlu (Phlip).. Onlar da aile içinde kuşak çatışması, inançlar,
cinsel yönelimlir gibi yine daha çok metropol dünyasının takıntılı olduğu
bunalım alanlarında gerçeği arama ve hoşgörülü olma sıkıntıları yaşıyorlar.
Ve kendi dışlarındaki dünyanın Ermeni diasporasının yaşadığı çok daha keskin
çatışmalara tanık oluşları, onları kendileri bakımından da daha serinkanlı
bir tutuma yaklaştırıyor.. Kendi oğlunun esçinsel kimliğini kabullenemeyen
gümrükçü baba, Raffi’nin öyküsüne inanma ve onu anlama olgunluğu
gösteriyor.. Philip'in erkek arkadaşı Ali ise Saroyan'ın filminde Van valisi
Cevdet Bey rolünü oynamaktadır.
Cevdet
Bey’le diyaloğ mümkün mü?
Ararat’ın en ironik yanlarından biri de bu, yani
film içindeki filmde (tutsakların ayağına nal çaktırmakla ünlendiği için
“Başkale Nalbantı” diye anılan ve aynı zamanda Enver Paşa’nın kız kardeşiyle
evli) Van valisi Cevdet Bey rolünün, –yani filmin kötü adamını- Türk asıllı
Amerikalı bir oyuncu olan Elias Koteas’a
oynattırılması. Neden herhangi biri değil de illa bir Türk oyuncu?
Burada filmin “kötü adamı” Ermeni tarihinin celladı ve bugünün “Türk”ü bir
anlamda özdeşleştirilmiş oluyor, bir başka açıdan da soykırım sorumlusu bir
Osmanlı Paşası, böylelikle kolayca günümüz dünyasına aynı karakterde
taşınabiliyor. Cevdet Bey rolünü oynayan Ali –Osmanlı üniformasıyla- filmin
yönetmenine (Ermeni kökenli Fransız müzisyen Charles Aznavur'un) "geçmişi
unutalım bugünlere bakalım, Türk de Ermeni de umurumda değil" mealinde
bir diyalog girişiminde bulunmaktadır. Bu görsel sahne halen üzerilerindeki Osmanlı üniformasını çıkarmadan “geçmişi unutmaktan” bahseden
Türklere yapılmış yerinde bir eleştiri… Tabiiki tarihin içinden çıkıp gelen
Cevdet Bey’in diyalog girişimi ne kadar samimi gelebilirse öyle de karşılık
buluyor ve kesiliyor diyalog...
Bu tartışma, ironik biçimde Türk tezlerini
savunanların Ermeniler tarafından nasıl göründüğünü de yansıtmış oluyor.
Gerçekte de Türk “demokratlarının” bile 1915 soykırımı olduğunda resmi
tezleri savunurken üzerlerinde Osmanlı üniforması taşıdıkları çok doğru bir
gözlem. Hele bir aktör olarak Ali’nin bile diyaloğ için “geçmişin
unutulmasını” (inkar edilmesi, yok sayılması olarak da okunabilir) önermesi
de, Türk-Ermeni diyaloğunda yana olan Türklerin bile beklentisi değil mi?
“ALI: Burası
yeni bir ülke. Bırakalım bu kahrolası tarihi de yolumuza bakalım...
RAFFI: Yani
her şeyi unuttuğum sürece.
ALI: Evet...”
Raffi, Cevdet Bey rolündeki sanatçıya seyrederken,
Ali’nin bir Türk diplomata suikast yaparken öldürülen babasının
duygularını anladığını söyler; “…Onu cinayet işlemeye iten neydi, o
Türk büyükelçi ona neyi çağrıştırıyordu, hiç anlayamamıştım. Sen bugün bana
onun kafasından geçenlerle ilgili bir şeyler hissettirdin. “ Ama
diyaloğu kesen yönetmen Ali’nin arkasından kendisine bir şişe şampanya
ısmarlayarak bu yolun sıkıntılı olduğu ama tümden kapalı olmadığını da
hissettiriyor. Edward, soykırımın kabul edilmesinin Ermeni toplumu için
taşıdığı manevi anlamı şöyle dile getiriyor: “ Hâlâ bunca acıya neyin
neden olduğunu biliyor musun? Bu acının nedeni kaybettiğimiz insanlar ya da
toprak değil. Bizden bu kadar çok nefret edilebileceğini biliyor olmamız.
Bizden böylesine nefret eden insanlar kimdi? Nasıl oluyor da hâlâ
nefretlerini inkâr etmeye ve bizden daha da çok nefret etmeye cüret
edebiliyorlar? “
Zaten
Egoyan film boyunca buna hep dikkat etmiş, vurduktan sonra ayağa kaldırmayı,
yaraladıktan sonra pansuman etmeyi ihmal etmiyor. Bir bakıma öç alma duygusu
ile, unutmaya yatkın olan yanın çatışması gibi sanki.
Ararat’da
soykırım ve tehciri anlatan çarpıcı sahneler de var. Gerçi bunlar toplam
olarak az bir süreye sıkışmış durumda ama yaptığı vurgu ve odaklanma
itibariyle filmin tümünü etki altına alıyor.
- Uzaklarda
bir meşale ve gazyağına bulanmış çıplak kadınlar beliriyor... Kadınlar ateşe
veriliyor. Kömüre dönüşen bedenler acıdan kıvranarak ölünceye kadar yerlerde yuvarlanıyor.
Kalabalık bir grup Türk askerlerinin ateşi ile nehre yönlendiriliyor. Kanlı
sulara düşerlerken merhamet için yalvarıyorlar. Türk askeri ölesiye kırbaçladıkları
çıplak kadinlara “ölünceye kadar oynayın” diye bağırıyorlar. Bozkırda upuzun
kıvrılan tehcir kafileleri ve onları küfredip dipçikleyerek ebedi
yolculuklarına götüren Osmanlı zabitleri..
Ne varki
bu sahnelerin etkisini kıran –belki de filmin amacına uygun olarak
sorgulayan- bir teknikle, bu sahnelerin hemen akabinde kamera stüdyonun içerisine
dönüyor ve zaten yaşanmamış olmasını dilediğiniz bu sahnelerin, sadece bir
kurgu olduğunu, rol yapıldığını görerek avunmuş oluyorsunuz. Öyle ki bir ara
filmin asıl mesajının bu, yani tarihi olayları sonradan kendimiz tarafından
kurgulanmış biçimleriyle algıladığımız eleştirisi olduğunu düşünülebiliyor.
Bir bakıma Egoyan’ın Soykırımı, film içindeki filme yükleyerek ondan
bağımsızlaşmaya çalıştığını, ama bunun bir tür sorumluluktan kaçış olarak da
yorumlanabileceğini söyleyebiliriz,
Soykırımı
işleyen sahnelerden en etkileyici olanlardan biri tecavüz sahnesinde,
gizlendiği yerden annesinin parmaklarını öperek ona teselli vermeye çalışan
küçük kızla ilgili. Diğeri de yine bir çocuk öyküsü. Cevdet Beyin’in kurye
olarak yakalattığı çocuğun tabanlarına nal çaktırması -ki Cevdet Bey’in bu fantezisi
ona “Başkale Nalbantı” ünvanını kazandırmıştır- çocuğunun ölüm
haberini, babası, oğluna ait bir köstekli saatin kendisine verilmesiyle
anlar. Içinde fırtınalar kopan baba, elinde silahıyla karargâhtan korumasızca
kendini dışarı atıp etrafa çılgınca ateş açmaktadır. Birkaç saniye sonra Türk
mevzilerinden açılan ateşle bedenine saplanan kurşunlarla can verir. Bu
sahneye seyrederken o babanın ruh halinin çok iyi anladığımı düşündüm.
Öylesine acılı bir yüreği ancak kurşunlar soğutabilirdi…
Türkler
kendi geçmişleriyle yüzleşebilmeli..
Insanların
kendi tarihleriyle yüzleşmeleri gerekiyor, özellikle de Türklerin.. Bu tür
filmler bir yüzleşme için uygun bir köprü olabilir mi? Jean-Claude
Kébabdjian,’ın dediği gibi, “Türkiye'de
soykırım hakkında hiçbir şey bilmeyen yeni nesiller için gerçekle yüzleşmek
ağır bir darbe olabilir. Ama yüzleşme ne kadar geç olursa o kadar
ağır olacaktır. “
Ermeni
jenosidi toplumsal bir olgudur ve yaşanmış bir gerçekliktir. Milyonlarca
insanı etkilemiş ve belleklere kazınmıştır. Bu olay, Ermenileri mülteci bir
ulus haline getirmiştir. Gerek jenoside uğrayanlar ve gerekse bu olaya tanık
olan insanların geçmişleri yaralıdır. Böylesine somut tarihsel bir süreci
kriminolojik ve evrak araştırması düzeyinde sunmak isteyen TC Diplomasisi bu
yolda kimi çalışmalar da yapmakta.
Resmi
ideolojinin "sürgün meşruydu" adı altında soykırımı onaylayan bir
mantığı savunabilmesi gerçekten ürkütücü... Türk ırkçı ve şovenleri Ermeni
jenosidini "vatana ihanet edenlerin cezalandırılması olarak meşrulaştırmaya
çalışıyor. Kemalistler ise, aynı meşrulaştırmayı "ulusal kurtuluş savaşı
veren" ya da "savaş içindeki Osmanlı tarafından (Türkiye'nin)
kendisine cephe gerisinde güçlük çıkaran grupların başka bölgelere sürülmesi"
biçimiyle yapıyor.
Ermeni
soykırımı, jenosidi tarihsel bir olgudur. Tarihsel olayların belgelendiği
bütün yöntemlerle belgelenmiştir. En başta Anadolu'daki yoğun Ermeni nüfusundan
sürgün ve göç rakamları çıkarıldığında, bir buçuk milyon insanın yok edildiği
görülmektedir. Resmi tezler bu kayıp rakamı kırparak üç yüzbin olarak
göstermektedir. Rakamı büyültsek de küçültsek de olgu, bir ulusun vatanından
koparılıp atılarak imha edilmiş olmasıdır, vatanından koparılıp atılarak imha
edilmiş olmasıdır. Cumhuriyet'ten sonra da sürülen Ermeniler ülkelerine geri
dönememişlerdir. Trajedi devam etmiştir. Sorun son derece basitleştirilse;
sadece "tehcir" olarak adlandırılsa bile; kapsamlı bir “etnik arındırma” harekatı olma
özelliğinden hiçbir şey kaybetmez.
Ermenilerin vatansızlaştırılması; zenginliklerine, mal mülklerine; tarihsel-kültürel miraslarına varana kadar her şeylerine (kadın ve çocuklarına da...) el konulduğu gerçeğinden hiç bir şey kaybetmez.
Bu büyük insanlık dramının. Ermeni soykırımının üzerinden 80 yıl geçti... Ama dünyamızda halen etnik boğazlaşmalar; mazlum uluslara dayatılan haksız sömürge savaşları; soykırımlar, zulümler sürüyor.. Bu tarihsel haksızlıkların izleri ve toplumsal sonuçları halen kanıyor..
Ermenilerin vatansızlaştırılması; zenginliklerine, mal mülklerine; tarihsel-kültürel miraslarına varana kadar her şeylerine (kadın ve çocuklarına da...) el konulduğu gerçeğinden hiç bir şey kaybetmez.
Bu büyük insanlık dramının. Ermeni soykırımının üzerinden 80 yıl geçti... Ama dünyamızda halen etnik boğazlaşmalar; mazlum uluslara dayatılan haksız sömürge savaşları; soykırımlar, zulümler sürüyor.. Bu tarihsel haksızlıkların izleri ve toplumsal sonuçları halen kanıyor..
Ararat
dünyanın her yerinden görünür...
-Filmi
eleştirmek için eleştiri yapan öyle ilginç sözlere rastlamıştım ki. Örnekse,
Emin Varol adlı bir yazar “Ararat ve Fransa” adlı yazısında “...Bir kere
isminin aksine Ağrı Dağı yani Ararat'a ait bir tek görüntü bile yoktu. Renkli
bir fotoğrafla Ağrı Dağı anlatılıyordu. Herhalde Kanada'da Van vilayetinin
bir mahallesini kuran Yönetmen, Ağrı Dağı'nın görüntülerini çekmeyi
unutmuştu.”.. diye yazmıştı Ocak 2001’de...
Gel de
gülme böyle eleştiriye! Aksine Egoyan, Ararat’ın muhteşem görüntülerini vermek
yerine, onun Ermeni toplumunun bilinçaltındaki hayali, buğulu ve mistik bir
özleyişi ifade etmek üzere sadece resim ve görüntülerden sızdırması harika
bir imgelem oluşturuyor. Ararat bütün Ermenilerin gönlünde, bilincinde var
ama bir o kadar da uzak ve belirsiz. Ararat bir özlem, bir umut,
geçmişe ait izlerin tümü, ve belki bir ideal.. bu nedenle onun somut
görüntüler yerine imgelerle anlatılmış olması çok yerinde bir tercih..
Ararat’ın
simgesel niteliğiyle ilgili olarak filmin içinde de önemli bir vurgulama
yapılıyor aslında. Soykırım filminin setini gezmekte olan sanat danışmanı
Ani, Van’ın Ermeni mahallesini gösteren dekorlar arkasındaki fonda Ararat
dağının resmedildiğini fark eder. Ani duraklar. Boyanmış dekorlar
arasında Ararat resmini görür.
”EDWARD: Ne oldu?
ANI: Van'dan Ararat'ı görmek mümkün değildir.
EDWARD:(Biraz sıkkın) Aslında... evet. Bunu koymanın önemli olacağını düşünmüştüm.
ANI: Fakat bu doğru değil.
EDWARD: Manen doğru.”
.....
“EDWARD: Rouben, Ani dağ konusunda huzursuz.
ROUBEN: Ararat mı?
EDWARD: Van'dan görülemeyeceğini hatırlattı ve bu doğru...
ROUBEN: Aslında, biz bazı şeyleri birleştirebileceğimizi düşünmüştük. O dağ önemli bir sembol ve sözü edilen tarih açısından göstermeye çalıştığımız...
ANI:Bunu meşrulaştırabileceğiniz bir şey olmalı.
ROUBEN: Elbette. Sanatsal ehliyet. “
ROUBEN: Ararat mı?
EDWARD: Van'dan görülemeyeceğini hatırlattı ve bu doğru...
ROUBEN: Aslında, biz bazı şeyleri birleştirebileceğimizi düşünmüştük. O dağ önemli bir sembol ve sözü edilen tarih açısından göstermeye çalıştığımız...
ANI:Bunu meşrulaştırabileceğiniz bir şey olmalı.
ROUBEN: Elbette. Sanatsal ehliyet. “
Senaryodaki
bu diyalog Egoyan’ın gerçekleri tahrif etmek için “sanatsal ehliyet”
kavramına sığındığı biçiminde kendi tezlerini desteklediklerine inananlarca
bir argüman olarak bol bol kullanıldı. Ama zaten tüm bu diyalogu tasarlayan
Egoyan’ın anlattığı şey, bana göre Ararat’ın Ermeniler açısından taşıdığı
simgesel öneme vurgu yapmaktır..
Ararat,
anavatanlarından sürgün ve soykırım yoluyla acılar içinde koparılmış Ermeni
toplumu için siyasal olduğu kadar dinsel ve manevi bir semboldür de. Ararat’a
sevdalı olan herkes onu dünyanın her yerinden görebilir… Böyle bakıldığında
Ararat’ın Ermeniler tarafından yalnız Van’dan değil Kanada’dan da görülmesi
mümkündür.
Zaten
film de bunu anlatıyor; Ararat’ın Kanada’dan görünüşü..
Recep Maraşlı
Kaynakça
Abdullah
Kılıç, “İkinci
‘Geceyarısı Ekspresi’ Yolda”, Zaman, 28 Kasım 2001.
Atilla
Dorsay, “Egoyan’dan
haber Var”, Sabah, 6 Ekim 2001.
Ayşegül Koç,”ARIF, CHRISTOS VE JAKOB TORONTO
FILM FESTIVALI'NDEN IZLENIMLER”; Altyazı, Aylık Sinema Dergisi, Kasım
2002
Cevher
Kantarcı,
“Dangalaklığın Son Perdesi”, Star, 23 Mayıs 2002.
Deniz
Güçer Erdem, “İğrenç
Senaryo”, Star, 14 Şubat 2002.
Emin
Varol, “Ararat ve Fransa”,
Star, 24 Mayıs 2002.
Ertuğrul
Özkök, “Ararat
Filminin Galasını Ağrı’da Yapalım”, Hürriyet, 12 Aralık 2001.
Etyen
Mahçupyan, “Yeni Ulusal
Proje: Türk Ararat’ı”, Zaman, 30 Nisan 2002.
Haluk
Şahin, “Ararat
Filmine Ne Yapmalı?”, Radikal, 9 Aralık 2001.
Hilton Kramer; “Considering Gorky, It’s His
Portraits That Really Matter”, The New York Observer, 22.04.2002
İsmet
Berkan, Radikal, 24
Aralık 2001.
Jean-Claude Kébabdjian (Ermeni Diasporası Araştırma
Merkezi Başkanı)“Türkiye'nin geçmişiyle yüzleşebileceğine inanıyorum” BIA
Haber Merkezi 09.09.2002 Burçin GERÇEK
Jonathan Jones; “The Artist and His Mother, Arshile
Gorky (c1926)” The Guardian, 30.03 2002
Mehmet
Barlas, “Bravo
Ertuğrul Özkök’e”, Yeni Şafak, 13 Aralık 2001.
Mehmet
Basutçu, “Karmaşık ve
Tutuk”, Radikal, 22 Mayıs 2002.
Muhammer
Elveren, “Ağrı Dağı
İşinize Yaramaz Bize Hediye Edebilirsiniz”, Hürriyet, 22 Mayıs 2002.
Murat
Birsel, “Midnight
Express’ten Sonra Ararat”, Sabah, 19 Ağustos 2001.
Nedim
Hazar, “Ararat ya da
Kamerayı Sopa Olarak Kullanmak”, Zaman, 24 Mayıs 2002.
Nouritza Matossian, “Black Angel” The Life of
Arschile Gorky,
Öner
Öngün, “Ararat
Yaramadı”, Star, 30 Ocak 2002.
Sedat
Laçiner ve Şenol Kantarcı; “Ermeni Propagandasının Bir Aracı Olarak
Sanat: Ararat Filmi Örnek Olayı” Mayıs, 2002, Istanbul
Sefa
Kaplan, “Ararat,
Geceyarısı Ekspresi Değil”, Hürriyet, 4 Mayıs 2002.
Serdar
Turgut, “Yasaklayın O
Sözde Filmi”, Hürriyet, 11 Aralık 2001.
Tufan
Türenç, “Aynı yanlışı
Ararat İçin de Yapmayalım”, Hürriyet, 29 Aralık 2001.
Türker
Alkan, “Nerede Bizim
‘Ararat’ımız?”, Radikal, 6 Mayıs 2002.
USSHER, Clarence D., An American Physician in Turkey,
Boston and New York, 1917.
Zeynep
Gürcanlı, “Ulusal
Utanç...”, Star, 1 Temmuz 2001,
Yorumlar
Yorum Gönder