Ararat Dünyanın Her Yerinden Görünür


Nihayet 53. Berlinale sayesinde Atom Egoyan’ın “Ararat”ını görebildim.


Bu film hakkında daha çekilmeye başlanmadan yazılıp çizilmiş o kadar çok şey okumuştum ki neredeyse bir tanıdığımı ziyarete gitmek gibi bir şey oldu benim için.

Bu makaleyi hazırladığım günlerde de Ararat, Kanada’nın Oscar’ı sayılan Genie ödüllerini beş dalda birden kucakladı; En Iyi Film, En Iyi Kadın Oyuncu (Arsinee Khanjian), En Iyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Elias Koteas), En Iyi Kostüm ve En Iyi Müzik...

Özellikle Türkiye’de filme karşı gürültülü bir kampanya yürütüldüğünü hatırlarsınız. Kimi TV kanalları, gazeteler, internet siteleri, filmi daha senaryo aşamasındayken eleştiri bombardımanına tuttular. Tıpkı “Musa Dağ’da 40 Gün” e yapıldığı gibi filmin çekilmesini engellemek için yoğun bir çaba gösterdiler.. vesaire.. Öyleki Türk akademisyenler, daha filmi görmeden sırf senaryosuna dayanarak üzerinde “bilimsel” tezler falan üretmeye kalkışan bir kitap bile yazdılar. (Bkz.Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Ermeni Araştırmaları Enstitüsü’nden Yard. Doç. Dr. Sedat Laçiner ve Şenol Kantarcı;“Ermeni Propagandasının Bir Aracı Olarak Sanat: Ararat Filmi Örnek Olayı” Mayıs, 2002, Istanbul )

Filmin soundtrack için duduk çalan Arto Tuncboyaciyan geçtiğimiz yıl öldüğü zaman “Ararat’ın laneti Arto’yu çarptı” başlıklı haberler yapıldı gazetelerde... (2 Şubat 2002/Star) Tunç’un Yalova’da bulunan mezarı şimdi birileri tarafından sürekli tahrip ediliyor.
Kuşkusuz filmin bu denli ses getirmesinde yönetmenin başarılı bir filmografiye sahip olmasının önemli bir yeri var. Eğer bu tema böylesine tanınmış bir yönetmen tarafından çekilmeseydi belki “basit bir propaganda filmi” diye mahkum edilmesi daha kolay olacaktı. Oysa Atom Egoyan, ticari sinemada olmasa bile sanat dünyasında oldukça beğenilen genç kuşak yönetmenlerden biri. 

Eleştirmenler onu “Masumiyetle kötülüğün tanışması teması etrafında dolaşmayı seven, çıplak gerçeklere ulaşmak için çabalayan, Çağdaş toplumun güç ve teknoloji-merkezli dünyasında bireyin yabancılaşması konularına özel yakınlık duyan” bir sanatçı olarak tanımlıyorlar. Egoyan, daha önce çektiği Celandar (Takvim) filminde de, “Ermeni kimliğine olan duyarlılığını, Ermeni dili ve kültürüne özlemle karışık yabancılık çekişini sade ve incelikli bir sinema diliyle“ anlatmış bir yönetmen.

Ararat ise Egoyan’ın filmografisinde hem kişisel olarak hem de politik açıdan çok önemli bir yere sahip. Yönetmen bu yüzden ona “hayatımın filmi” demekte. Gazetelere yansıyan demeçlerinde “Tarihin böylesi hassas bir sürecini ele almanın doğurduğu sorumlulukların bilincinde olduğunu, Mümkün olduğunca makul düşünmeye ve sorumlu davranmaya gayret ettiğini”;“Ancak soykırımın kesinlikle gerçekleşmiş bir şey olduğunu bunun kendisi için reddedilemez, tartışma kaldırmaz bir veri” olduğunu vurgulamakta.

Film daha gösterime girmeden siyasal tartışmalara o denli malzeme oldu ki, geçen yıl 55. Cannes film festivalinde ilk kez gösterime girdiğinde Egoyan filmini, daha fazla politikleştirmemek adına Altın Palmiye Yarışması'ndan çektiğini açıkladı.

Senaryo aşamasında, bunun “sözde Ermeni soykırımını propaganda ettiğini” savunanlar, film gösterime girdikten sonra da onun hiçbir sanat değeri olmadığını ve ciddiye alınmaması gerektiğini yazıp çizdiler.

Soykırım tartışmalarının gerilim odağında duran Ararat, sonuçta olduğundan daha çok politize edilmiş oldu. Sanırım filmin en büyük dezavantajı da bu .. Böylece filmin, talihsiz bir şekilde kendi ününün gölgesinde kaldığını söyleyebilirim.

Bütün bunlara rağmen, ışıklar söndüğünde tüm okuduklarımı ve duyduklarımı bir yana bırakıp sıradan bir film gibi izlemeye çalıştım onu. Filmde damarıma basan, yüreğime sarılan bir hayli ayrıntı vardı, bu ayrıntıları filmin bütünlüklü mesajından daha çok önemsedim... Rahmetli annemin iyi filim ölçütü şöyleydi; “çok güzel filmdi” derdi, “çok acıklıydı!” Ararat da “acıklı bir film”… Bu da çok normal, çünkü bir insanlık trajedisini, soykırımın kuşaktan kuşağa geçen acılarını anlatıyor…

Ararat, diasporada yaşayan üçüncü kuşak Ermenilerin, kendi kimliklerini, köklerini arayışını, 1915 soykırımını ve bu travmanın kuşaktan kuşağa aktarılan etkilerini sorgulayan, bugünden geçmişe bakışlarını yansıtan bir film. Birçok katmandan oluşuyor; “flashback”lerle, geri dönmelerle beslenen, iç içe geçmiş ve birbiriyle bağlantılandırılmış öykülerle kurgulanmış. Bu örgü seyrederken insanı biraz zorlasa da, bağlantıların ustaca kurulmuş olması, ortaya başarılı bir kurdela çıkarıyor.

Filmin öyküleri, senaryosu ve verilmek istenen mesajlar belliki uzun uzadıya düşünülmüş. Gelişigüzel çekilmiş hemen hiçbir sahne ve diyalog yok gibi. Bu yoğunluk insanın filim üzerine sonradan daha çok düşünmesine ve seyrederken üzerinde durmadığı ayrımları zamanla farketmesine neden oluyor. Bu da filmi yeniden izlemek duygusu uyandırıyor insanda..
Ararat’ın birbiriyle bağlantılandırılan beş ayrı öyküye dayanıyor.

Resimdeki annenin ellerine ulaşmak..

Bunlardan ikisi 1915 yılı Van ayaklanması ve soykırımı dönemine ilişkin dökümanter nitelikli anı-öykülerden oluşuyor. Ve filim içinde filim çeken yönetmenin tarihsel filmini oluşturuyor. Öykülerden ilki ünlü ressam Arshile Gorky (1904-1948)’nin çocukluk dönemine, Van’daki Ermeni direnişi günlerine ait.. Ressam atölyesinde annesiyle çekilmiş eski bir fotoğrafın üzerinde çalışırken gerilere gitmektedir. Resme konu olan fotoğraf küçük Arschile ve Annesinin, Amerika’ya gitmiş olan babaya göndermek üzere çektirdikleri bir fotoğraftır. Bu fotoğraf vesilesiyle 1915 yılının Van’ında bir Ermeni Mahallesi ve çarşısından kesitler izlemekteyiz. Güzel günlerin anıları birazdan dehşete dönüşecektir..

[Asıl adı Vosdanig Manug Adoian olan Gorky, Amerika’nın ünlü ressamlarından biri. Van’ın bir Ermeni köyünde (Xorkom) doğan Vosdanig, 1915’deki ayaklanma ve direnmenin bastırılmasından sonra Rus ordularının ardından annesi ve üç kız kardeşiyle birlikte 150 millik bir yolculukla Erivan’a göç eden büyük kitlelerin içindeydi. 1916 yılında iki kız kardeşiyle birlikte Amerika’ya göç etti. Annesini ise Rusya’da iç savaş yıllarında kaybetti. (1919) Vosdanig 1925 yılında Amerika’da atıldığı yaşam mücadelesinde acılı geçmişinden kopma isteğiyle adını değiştirerek, ünlü Bolşevik yazar Maxim Gorky’nin soyadını benimsedi. Yapıtlarıyla soyut dışavurumculuğun (Abstract Expressionism) Amerika'daki öncülerinden olan ve Modern yapıtlarıyla sanat çevrelerinde ün kazanan Gorky, 44 yaşındayken kendini asarak intihar etmişti...]

 Filmin beni en çok etkileyen sahnelerinden biri, ressamın annesinin resmini tuale geçirirken onun ellerini tutmaya, duyumsamaya çalışmasıydı. Parmaklarındaki boyalarla annesinin ellerine hayat vermeye çalışan Gorky gerçekten de o ellere ulaşmaya çalıştı..Ressamın fırça darbeleri, yaşamını yeniden kurma, anlamaya çalışma mücadelesiydi sanki..


1915 Van’da Ermeni direnişi

-Ikinci öykü, 1915 yılında Van’da görev yapan Amerikalı misyoner doktor Clarence D. Ussher'in anılarına dayanıyor. Ussher, Türk ordularının Van'ı Ruslardan geri alacağı belli olunca Ruslarla beraber şehri terk etmiş ve Amerika'ya döner dönmez, 1917 yılında anılarını topladığı "An American Fhysician in Turkey" (Türkiye’de Amerikalı Bir Doktor) adlı bir kitap yazmıştır. Iki öykü aslında birbirinden bağımsız olmasına rağmen, zaman ve mekan özdeşliği sonucu birbiriyle kolayca bağlanabiliyor. Örneğin Ussher’in anılarındaki kurye çocuk, Gorky olabiliyor.

1914 yılında Almanya’nın yanında 1. Dünya savaşına katılan Osmanlı Hükümeti Seferberlik ilan etmesiyle birlikte; jandarmanın zorla askere alma girişimleri; silah arama bahanesiyle yapılan baskılar ve ordunun Rusya üzerine sefere hazırlanması gibi nedenler; Ermeni milliyetçiliğinin merkezi konumun­da olan Van'da kısa sürede fiili direnişe dönüşmekte gecikmedi. Nüfus olarak Ermeniler Van'da bir hayli yoğundular. Sosyal konumları güçlüydü. Sınıra yakın olmaları nedeniyle hem Iran hem de Kafkasya'daki Ermenilerle yardımlaşma avantajına da sahiptiler. Bölgedeki etnik dengeleri gözeten Tahsin Pasa'nın yerine kısa bir süre önce atanmış olan Enver Paşa'nın kayın biraderi Cevdet Bey, yörede Ermeni kırımı hazırlık­ları içindeydi.

Sürdürdüğü amansız şiddet nedeniyle ilişkiler ola­bildiğince gerilmişti, Cevdet Bey'in 4 Nisan 1915'de; Ermeni mahallelerinin kuşatma altına aldırmasından sonra görüşme bahanesiyle makamına çağırdığı Ermeni ileri gelenlerini tutuklatması, bazılarını ise öldürtmesi bardağı taşıran son damla oldu.

30 bin Ermeni, mahallelerin etrafına siperler kazarak az sayıda yiyecek ve cephane ile ordu kuşatmasına karşı Nisan ayı sonuna kadar Van'ı büyük bir direnme ile savundular. Direnmenin son günlerine doğru Rus Ordusu içindeki gönüllü Ermeni Fedaileri Van'a ulaştı. Van'lı Ermeniler karşı atağa geçtiler. Van il merkezindeki bütün hükümet binalarını; Osmanlı Bankası, Tekel, Posta Merkezi gibi stratejik noktalan ele geçirdiler.

Hükümet bölgeye yeni ordu birlikleri sevk etti. Ordu, büyük kayıplar vererek ancak Nisan ayı sonlarında bu direnmeyi kırabildi. 250 bin Ermeni, geri çekilen ordu ile birlikte Kafkaslara doğru göç etmek zorunda kaldı. 40 binden fazla kişi bu kaçışta telef oldu. Van, bastan basa yakılıp yıkıldı.

Ermenilerin Van'daki bu zorlu direnişi hükümetin sindirme politikasına karşı en ciddi karsı koyuşlardan biridir. Van direnişi başladığı sırada Muş ve Bitlis'te Ermeni hareketleri kontrol edilemiyordu. Ermeni örgütlerinin Dersim böl­gesindeki aşiretlerle işbirliği ara­maya yönelmeleri; isyanın bütün bölgeye yayılma tehlike­si hükümeti korkutmaktadır.

Van direnişi, Tehcir Kararı'nın yürürlüğe konulması için hükümetin yararlandığı bir "isyan" bahanesi olarak kullanıldı. D. Ussher, Van’daki Amerikan Hastanesinde görevli misyoner bir rahiptir ve anılarını yazdığı kitapta Van’daki Ermeni ayaklanması, Ermeni direnişçilerin durumları, Rus ordularının Van’a girmesi, geri çekilişi ve ardından yaşanan büyük göç olayları bu dönemdeki kent yaşamından, direniş ve çatışmalardan önemli ayrıntılar vermektedir.

Ararat filmini eleştiren Türk akademisyenler Ussher gibi kişilerin, Osmanlı topraklarında Ermeni milliyetçiliğini örgütlendirmek ve ayaklandırmak için ajan olarak çalıştıklarını öne sürmekte ve bu nedenle de bu kişinin tanıklığının tarafsız ve objektif olamayacağını ileri sürmekteler. Beri yandan da yine Ararat’ı, Ussher’in anılarını adeta bir belgesel gibi çekmeyip yorumlamış olmasını da tahrifatçılık sayarak garip bir ikilem göstermekteler. Çünkü Ussher’in anıları belgesel gibi çekilmiş olsaydı, çok daha net bir soykırım fotoğrafı veren bir film ortaya çıkmış olacaktı…

Filmin içinde geçmişle geleceği birbirine bağlayan öykü,  işte 1915’de Van’da meydana gelen direniş ve soykırımı anlatmaya çalışan bir filmin çekimleri. Böylece Ussher’in anıları ve Gorky’nin çocukluğunda yaşadığı tanıklıklar bu film aracılığıyla bugünün dünyasına kolayca taşınabiliyor. Ussher’in “Türkiye’de Amerikalı Bir Doktor” kitabını temel alan bu filmin yönetmeni Edward Saroyan (Charles Aznavour) da ruhen yaralı olan bir insan. Tehcir sırasında anneannesi tecavüze uğramış, o zamanlar küçük bir kız olan annesi de buna tanık olmuş Edward'ın. O hep bu öyküleri dinleyerek büyümüş. Filmde bu tecavüz sahnesine de yer varilmekte: Bir Türk askeri genç bir kadına tecavüz ediyor, genç anne korkudan nutku tutulmuş küçük kızının elini tutmakta. Gözyaşlarını zor tutan küçük kız her şeye rağmen vahşice saldırılan annesini rahatlatmak için parmaklarını öpmektedir.

Diaspora köklerini, acılarının kaynağını arıyor…

Kanada’da yaşan üçüncü kuşak Ermeni toplumun ise Raffi (David Alpay) isimli gencin öyküsü ile dile getiriliyor. Raffi’nin babası Türk diplomatlarına yapılan bir suikast girişiminde öldürülmüş, radikal bir Ermeni militanıdır. Annesi ise bir sanat tarihi profesörü. Üvey kız kardeşi Celia (Maria-Josee Croze) ile aralarında ilginç bir aşk yaşanmaktadır. Soykırım filminin setinde şoförlük yapan Raffi, filmin çekimlerini izlerken kendi kimliğini ve geçmişini sorgulamaya başlar ve değişime uğrar. O güne dek yaşadığı bütün şeyler alt üst olmuştur ve senaryonun kendisine söylettiği güzel bir sözle “kendi kişisel tarihini yaratmak” üzere Türkiye’ye kadim Ermenistan topraklarına bir yolculuğa çıkar.
Raffi’nin annesi sanat tarihi profesörü Ani (Arsinee Khanciyan),, öğrencilere ressam Arshile Gorky’inin “Kendisi ve Annesi”ni  işleyen tablosu üzerine konferanslar  vermektedir. [“The Artist and His Mother” -c1926- adlı bu tablo New York’da Whitney Amerikan Sanat Müzesi’nde sergilenmiktedir.] Bu nedenle de aynı zamanda Soykırım filminin sanat danışmanlığını yapmaktadır. Gorky’nin tablosu ve öğrencileriyle dolayımıyla  mülteci Ermeni toplumunun politik ve sosyal yaşamı bir başka biçimde de sorgulanmakta. Ani'ye göre ünlü ressam vatan hasretine ve yaşadığı acıların ağırlığına dayanamayarak intiharı seçmiş. Gorky’inin intiharı için başka bir iddia ise çok sevdiği karısının başka bir erkek için onu terk edeceğini söylemesi. Bu ikilem Ani’nin gerçek yaşamına da çok benziyor: Ani’nin ilk kocası -Raffi’nin babası- bir eylem sırasında öldürülen bir militanken, ikinci eşi -Celia’nın babası- ise Ani onu terketmek üzereyken intihar etmiştir. Celia bu nedenle Annesinin kendi gerçeğinden kaçtığı gibi, ressam Gorky’nin hayatını da tahrif ettiğini ileri sürmekte ve annesiyle çatışmaktadır.

Gerçeğe karanlıkta ve el yordamıyla ulaşmaya çalışmak..

Bu ayrı öyküler başarılı bir biçimde kare kare birbiriyle bağlantılandırılıp, başka bir öykünün içinde finale aktarılıyor: Raffi çantasında kutularca 35 mm’lik film bobinleri, kameralar, kasetlerle birlikte Türkiye’den Kanada’ya dönmektedir. Toronto havaalanında görevli gümrük polisi (Christopher Plummer), Babası eski bir ASALA militanı olan gencin birşeyler sakladığından emin olarak, onu sorgulamaktadır. Bu kriminal sorgulama aynı zamanda Raffi’nin kendi kişisel tarihine ve Ermenistan tarihinin kalıntılarına ilişkin bir yolculuğu içinde barındıran psikanalitik bir çözümlemeye de dönüşüyor.. Raffi, beraberinde getirdiği kaset ve filmlerin, Toronto’da çekimi yapılan Soykırım filminin ekleri olduğunu söylemektedir. Fakat sözünü ettiği filmin çekimleri bitmiş galası verilmektedir. Kuşku somut hale gelir. Bir bakıma Raffi’nin çektiği kasetler ve film bobinleri üzerine gümrük polisiyle aralarında geçen kriminal, tarihi ve sosyal ve kişisel sorgulama dolayımlı olarak Soykırım filmi üzerine de geçiş yapmakta, bu vesileyle de 1915 soykırımın gerçekliği, gerçeğin izdüşümü ve algılanışı üzerine harika bir final yaratılmaktadır.

İçinde gerçekten film olup olmadığını anlamak için bobinleri ışıkta açmaya çalışan Gümrük polisini Raffi, onları karanlıkta kontrol etmesi gerektiği yoksa yanacakları konusunda uyarır. Bunun üzerine ışıkları söndürüp bobinleri açan ve ne olduğunu elleriyle yoklayarak anlamaya çalışan polis “Evet” der “bunlar gerçekten de film”.. Ve Raffi serbest bırakılır.. Ama birkaç sahne sonra gümrük memurunu ışıkta ve bobinlerin içindeki eroin paketlerini dalgın dalgın karıştırmasını izleriz…
İşte tam da geçmişe ilişkin gerçeği karanlıkta ve el yordamıyla aradığımıza ilişkin anlamlı bir mesaj... Ve yine diyaloğlarda geçen bir başka söz “Niçin sana inanayım?..”, “Kanıtım yok, ama inanmayı seçtin mi, evet seçtim..”

Raffi’nin bobinlerde eroin çıkmasına rağmen nasıl serbest bırakıldığını ise sevgilisiyle buluşması sırasındaki diyaloğdan anlıyoruz; “Oradaki adam bana film çekimlerinde yardım etti ve bunun karşılığında kendi filmlerini götürmemi rica etti bana. Iyi bir alışverişti..” Demek ki kuşkuları kendisini doğruladığı halde gümrükçü, Raffi’nin öyküsüne inanmayı seçmişti…

Filmde soykırım gerçekliğine ilişkin “sorgulama” diskuru da bu.. Gerçekte bunların olup olmadığından kuşkulanıyor muyuz? O döneme ilişkin elimize alıp tutabileceğimiz bir şey yok. Ama onun izleri ve yansımaları, bizim inanmayı seçmemizi gerektiriyor. Egoyan'ın sözünü ettiği "Yalanlar, kandırma, inkar, gerçek ve korkuların antik savaş alanı"...

Ararat’ı aynı zamanda Egoyan’ın kendi kişisel tarihini çekme, otobiyografik bir deneme olarak da kabul etmek mümkün. Yönetmenin yaşam grafiğine bakıldığında, filmin her bir unsurunda dağılmış halde kendisini görebiliyoruz. Örneğin soykırım filmleri çekilirken, kendi köklerini araştırma duygusu uyanan ve bunun için ata topraklarına yolculuğu çıkan genç Raffi tam da Egoyan’ın kendisi olmalı. Mısır'da Ermeni bir anne ve babanın çocuğu olarak dünyaya gelen Egoyan, çocukken Kanada'ya taşınmış ve sanatçıların bulunduğu bir ortamda büyümüş. Egoyan çocukluk ve ilk gençlik yıllarını tam bir Kanadalı gibi Ermeni kültürünün temel değerlerinden uzakta geçirmiş. Henüz 18 yaşında üniversitede öğrencisi iken, tıpkı filmdeki Raffi gibi kendi kültürel mirasını sorgulamaya başlamış. Yönetmen 1978'de Toronto Üniversitesi'nde siyasal bilgiler okumaya başladığında o günlerin politik sorularıyla karşı karşıya kalır. böylece Ermeni kimliğine yönelir. Anadilini de sonradan öğrendiği yazılıyor biyografilerde. Ararat’ın alt yapısını da bu arayış ve olgunlaşma içinde biçimlendirmiş. Solgun bir fotoğrafı tualinde yeniden bir resim olarak yaratmaya çalışan ve resimdeki annesinin elini tutmaya, hissetmeye çalışan ressam Arschile’nin duyguları bence tam Egoyan’ı da anlatıyor olmalı.

Filmde Raffi’nin sevgilisi rolündeki Celia’nın öfkeli, sorgulayıcı tavrı ile Egoyan’ın eşi (ve bu filmde de Ani rolünde) Arsinee Khanciyan’ın gerçekteki radikal tutumu arasında da bir paralellik kurulabilir. Celia, babasının nasıl kaybolduğunu anlamaya çalışmaktadır. Annesi Ani ile sık sık tartışıyorlar. Aslında bir iç tartışmayı izliyoruz sanki. Arsinee Khanjian’a göre “Ararat filmi, soykırımı değil, inkârı anlatıyor, film tarihi yeniden gözden geçiriyor, tarih revizyonizmini anlatıyor. Ayrıca film tarihin yapamadığını, çok önemli bir ifadeyi de ortaya koyuyor, o da tarihin sadece kazananlarca yazılmadığını... Bu ifadeler Khancijan’ın berrak bir politik tutumu olduğunun kanıtı…

Filmdeki Kanadalı Ailenin oluşturduğu karekterler ise sanki mültecilerin metropol insanını özdeşleştirdiği tiplerden oluşmuş: Komşu, okul arkadaşı, sevgili değil de; gümrük polisi bir baba (David) ve sanat galerisinin güvenlik görevlisi oğlu (Phlip).. Onlar da aile içinde kuşak çatışması, inançlar, cinsel yönelimlir gibi yine daha çok metropol dünyasının takıntılı olduğu bunalım alanlarında gerçeği arama ve hoşgörülü olma sıkıntıları yaşıyorlar. Ve kendi dışlarındaki dünyanın Ermeni diasporasının yaşadığı çok daha keskin çatışmalara tanık oluşları, onları kendileri bakımından da daha serinkanlı bir tutuma yaklaştırıyor.. Kendi oğlunun esçinsel kimliğini kabullenemeyen gümrükçü baba, Raffi’nin öyküsüne inanma ve onu anlama olgunluğu gösteriyor.. Philip'in erkek arkadaşı Ali ise Saroyan'ın filminde Van valisi Cevdet Bey rolünü oynamaktadır.

Cevdet Bey’le diyaloğ mümkün mü?

Ararat’ın en ironik yanlarından biri de bu, yani film içindeki filmde (tutsakların ayağına nal çaktırmakla ünlendiği için “Başkale Nalbantı” diye anılan ve aynı zamanda Enver Paşa’nın kız kardeşiyle evli) Van valisi Cevdet Bey rolünün, –yani filmin kötü adamını- Türk asıllı Amerikalı bir oyuncu olan Elias Koteas’a oynattırılması.  Neden herhangi biri değil de illa bir Türk oyuncu? Burada filmin “kötü adamı” Ermeni tarihinin celladı ve bugünün “Türk”ü bir anlamda özdeşleştirilmiş oluyor, bir başka açıdan da soykırım sorumlusu bir Osmanlı Paşası, böylelikle kolayca günümüz dünyasına aynı karakterde taşınabiliyor. Cevdet Bey rolünü oynayan Ali –Osmanlı üniformasıyla- filmin yönetmenine (Ermeni kökenli Fransız müzisyen Charles Aznavur'un) "geçmişi unutalım bugünlere bakalım, Türk de Ermeni de umurumda değil" mealinde bir diyalog girişiminde bulunmaktadır. Bu görsel sahne halen üzerilerindeki Osmanlı üniformasını çıkarmadan “geçmişi unutmaktan” bahseden Türklere yapılmış yerinde bir eleştiri… Tabiiki tarihin içinden çıkıp gelen Cevdet Bey’in diyalog girişimi ne kadar samimi gelebilirse öyle de karşılık buluyor ve kesiliyor diyalog... 

Bu tartışma, ironik biçimde Türk tezlerini savunanların Ermeniler tarafından nasıl göründüğünü de yansıtmış oluyor. Gerçekte de Türk “demokratlarının” bile 1915 soykırımı olduğunda resmi tezleri savunurken üzerlerinde Osmanlı üniforması taşıdıkları çok doğru bir gözlem. Hele bir aktör olarak Ali’nin bile diyaloğ için “geçmişin unutulmasını” (inkar edilmesi, yok sayılması olarak da okunabilir) önermesi de, Türk-Ermeni diyaloğunda yana olan Türklerin bile beklentisi değil mi? 

ALI: Burası yeni bir ülke. Bırakalım bu kahrolası tarihi de yolumuza bakalım... 
RAFFI: Yani her şeyi unuttuğum sürece. 
ALI: Evet...”

Raffi, Cevdet Bey rolündeki sanatçıya seyrederken, Ali’nin bir Türk diplomata suikast yaparken öldürülen babasının duygularını anladığını söyler; “…Onu cinayet işlemeye iten neydi, o Türk büyükelçi ona neyi çağrıştırıyordu, hiç anlayamamıştım. Sen bugün bana onun kafasından geçenlerle ilgili bir şeyler hissettirdin. “  Ama diyaloğu kesen yönetmen Ali’nin arkasından kendisine bir şişe şampanya ısmarlayarak bu yolun sıkıntılı olduğu ama tümden kapalı olmadığını da hissettiriyor. Edward, soykırımın kabul edilmesinin Ermeni toplumu için taşıdığı manevi anlamı şöyle dile getiriyor: “ Hâlâ bunca acıya neyin neden olduğunu biliyor musun? Bu acının nedeni kaybettiğimiz insanlar ya da toprak değil. Bizden bu kadar çok nefret edilebileceğini biliyor olmamız. Bizden böylesine nefret  eden insanlar kimdi? Nasıl oluyor da hâlâ nefretlerini inkâr etmeye ve bizden daha da çok nefret etmeye cüret edebiliyorlar? “

Zaten Egoyan film boyunca buna hep dikkat etmiş, vurduktan sonra ayağa kaldırmayı, yaraladıktan sonra pansuman etmeyi ihmal etmiyor. Bir bakıma öç alma duygusu ile, unutmaya yatkın olan yanın çatışması gibi sanki.

Ararat’da soykırım ve tehciri anlatan çarpıcı sahneler de var. Gerçi bunlar toplam olarak az bir süreye sıkışmış durumda ama yaptığı vurgu ve odaklanma itibariyle filmin tümünü etki altına alıyor.
- Uzaklarda bir meşale ve gazyağına bulanmış çıplak kadınlar beliriyor... Kadınlar ateşe veriliyor. Kömüre dönüşen bedenler acıdan kıvranarak ölünceye kadar yerlerde yuvarlanıyor. Kalabalık bir grup Türk askerlerinin ateşi ile nehre yönlendiriliyor. Kanlı sulara düşerlerken merhamet için yalvarıyorlar. Türk askeri ölesiye kırbaçladıkları çıplak kadinlara “ölünceye kadar oynayın” diye bağırıyorlar. Bozkırda upuzun kıvrılan tehcir kafileleri ve onları küfredip dipçikleyerek ebedi yolculuklarına götüren Osmanlı zabitleri..

Ne varki bu sahnelerin etkisini kıran –belki de filmin amacına uygun olarak sorgulayan- bir teknikle, bu sahnelerin hemen akabinde kamera stüdyonun içerisine dönüyor ve zaten yaşanmamış olmasını dilediğiniz bu sahnelerin, sadece bir kurgu olduğunu, rol yapıldığını görerek avunmuş oluyorsunuz. Öyle ki bir ara filmin asıl mesajının bu, yani tarihi olayları sonradan kendimiz tarafından kurgulanmış biçimleriyle algıladığımız eleştirisi olduğunu düşünülebiliyor. Bir bakıma Egoyan’ın Soykırımı, film içindeki filme yükleyerek ondan bağımsızlaşmaya çalıştığını, ama bunun bir tür sorumluluktan kaçış olarak da yorumlanabileceğini söyleyebiliriz,

Soykırımı işleyen sahnelerden en etkileyici olanlardan biri tecavüz sahnesinde, gizlendiği yerden annesinin parmaklarını öperek ona teselli vermeye çalışan küçük kızla ilgili. Diğeri de yine bir çocuk öyküsü. Cevdet Beyin’in kurye olarak yakalattığı çocuğun tabanlarına nal çaktırması -ki Cevdet Bey’in bu fantezisi ona “Başkale Nalbantı” ünvanını kazandırmıştır- çocuğunun ölüm haberini, babası, oğluna ait bir köstekli saatin kendisine verilmesiyle anlar. Içinde fırtınalar kopan baba, elinde silahıyla karargâhtan korumasızca kendini dışarı atıp etrafa çılgınca ateş açmaktadır. Birkaç saniye sonra Türk mevzilerinden açılan ateşle bedenine saplanan kurşunlarla can verir. Bu sahneye seyrederken o babanın ruh halinin çok iyi anladığımı düşündüm. Öylesine acılı bir yüreği ancak kurşunlar soğutabilirdi…

Türkler kendi geçmişleriyle yüzleşebilmeli..

Insanların kendi tarihleriyle yüzleşmeleri gerekiyor, özellikle de Türklerin.. Bu tür filmler bir yüzleşme için uygun bir köprü olabilir mi? Jean-Claude Kébabdjian,’ın dediği gibi, “Türkiye'de soykırım hakkında hiçbir şey bilmeyen yeni nesiller için gerçekle yüzleşmek ağır bir darbe olabilir. Ama yüzleşme ne kadar geç olursa o kadar ağır olacaktır. “
Ermeni jenosidi toplumsal bir olgudur ve yaşanmış bir gerçekliktir. Milyonlarca insanı etkilemiş ve belleklere kazınmıştır. Bu olay, Ermenileri mülteci bir ulus haline getirmiştir. Gerek jenoside uğrayanlar ve gerekse bu olaya tanık olan insanların geçmişleri yaralıdır. Böylesine somut tarihsel bir süreci kriminolojik ve evrak araştırması düzeyinde sunmak isteyen TC Diplomasisi bu yolda kimi çalışmalar da yapmakta.

Resmi ideolojinin "sürgün meşruydu" adı altında soykırımı onaylayan bir mantığı savunabilmesi gerçekten ürkütücü... Türk ırkçı ve şovenleri Ermeni jenosidini "vatana ihanet edenlerin cezalandırılması olarak meşrulaştır­maya çalışıyor. Kemalistler ise, aynı meşrulaştırmayı "ulusal kurtuluş savaşı veren" ya da "savaş içindeki Osmanlı tarafından (Türkiye'nin) kendisine cephe gerisinde güçlük çıkaran grupların başka bölgelere sürülmesi" biçimiyle yapıyor.

Ermeni soykırımı, jenosidi tarihsel bir olgudur. Tarihsel olayların belgelendiği bütün yöntemlerle belge­lenmiştir. En başta Anadolu'daki yoğun Ermeni nüfusun­dan sürgün ve göç rakamları çıkarıldığında, bir buçuk milyon insanın yok edildiği görülmektedir. Resmi tezler bu kayıp rakamı kırparak üç yüzbin olarak göstermektedir. Rakamı büyültsek de küçültsek de olgu, bir ulusun vatanından koparılıp atılarak imha edilmiş olmasıdır, vatanından koparılıp atılarak imha edilmiş olmasıdır. Cumhuriyet'ten sonra da sürülen Ermeniler ülkelerine geri dönememişlerdir. Trajedi devam etmiştir. Sorun son derece basitleştirilse; sadece "tehcir" olarak adlandırılsa bile; kapsamlı bir “etnik arındırma” harekatı olma özelliğinden hiçbir şey kaybetmez.

Ermenilerin vatansızlaştırılması; zenginliklerine, mal mülklerine; tarihsel-kültürel miraslarına varana kadar her şeylerine (kadın ve çocuklarına da...) el konulduğu gerçeğinden hiç bir şey kaybetmez.

Bu büyük insanlık dramının. Ermeni soykırımının üzerinden 80 yıl geçti... Ama dünyamızda halen etnik boğazlaşmalar; mazlum uluslara dayatılan haksız sömürge savaşları; soykırımlar, zulümler sürüyor.. Bu tarihsel haksızlıkların izleri ve toplumsal sonuçları halen kanıyor..

Ararat dünyanın her yerinden görünür...

-Filmi eleştirmek için eleştiri yapan öyle ilginç sözlere rastlamıştım ki. Örnekse, Emin Varol adlı bir yazar “Ararat ve Fransa” adlı yazısında “...Bir kere isminin aksine Ağrı Dağı yani Ararat'a ait bir tek görüntü bile yoktu. Renkli bir fotoğrafla Ağrı Dağı anlatılıyordu. Herhalde Kanada'da Van vilayetinin bir mahallesini kuran Yönetmen, Ağrı Dağı'nın görüntülerini çekmeyi unutmuştu.”.. diye yazmıştı Ocak 2001’de...

Gel de gülme böyle eleştiriye! Aksine Egoyan, Ararat’ın muhteşem görüntülerini vermek yerine, onun Ermeni toplumunun bilinçaltındaki hayali, buğulu ve mistik bir özleyişi ifade etmek üzere sadece resim ve görüntülerden sızdırması harika bir imgelem oluşturuyor. Ararat bütün Ermenilerin gönlünde, bilincinde var ama bir o kadar da uzak ve belirsiz. Ararat bir özlem,  bir umut, geçmişe ait izlerin tümü, ve belki bir ideal.. bu nedenle onun somut görüntüler yerine imgelerle anlatılmış olması çok yerinde bir tercih..

Ararat’ın simgesel niteliğiyle ilgili olarak filmin içinde de önemli bir vurgulama yapılıyor aslında. Soykırım filminin setini gezmekte olan sanat danışmanı Ani, Van’ın Ermeni mahallesini gösteren dekorlar arkasındaki fonda Ararat dağının resmedildiğini fark eder. Ani duraklar. Boyanmış dekorlar arasında Ararat resmini görür. 

EDWARD: Ne oldu?
ANI: Van'dan Ararat'ı görmek mümkün değildir.
EDWARD:(Biraz sıkkın) Aslında... evet. Bunu koymanın önemli olacağını düşünmüştüm.
ANI: Fakat bu doğru değil.
EDWARD: Manen doğru.”
.....
“EDWARD: Rouben, Ani dağ konusunda huzursuz.
ROUBEN: Ararat mı?
EDWARD: Van'dan görülemeyeceğini hatırlattı ve bu doğru...
ROUBEN: Aslında, biz bazı şeyleri birleştirebileceğimizi düşünmüştük. O dağ önemli bir sembol ve sözü edilen tarih açısından göstermeye çalıştığımız...
ANI:Bunu meşrulaştırabileceğiniz bir şey olmalı.
ROUBEN: Elbette. Sanatsal ehliyet. “

Senaryodaki bu diyalog Egoyan’ın gerçekleri tahrif etmek için “sanatsal ehliyet” kavramına sığındığı biçiminde kendi tezlerini desteklediklerine inananlarca bir argüman olarak bol bol kullanıldı. Ama zaten tüm bu diyalogu tasarlayan Egoyan’ın anlattığı şey, bana göre Ararat’ın Ermeniler açısından taşıdığı simgesel öneme vurgu yapmaktır..

Ararat, anavatanlarından sürgün ve soykırım yoluyla acılar içinde koparılmış Ermeni toplumu için siyasal olduğu kadar dinsel ve manevi bir semboldür de. Ararat’a sevdalı olan herkes onu dünyanın her yerinden görebilir… Böyle bakıldığında Ararat’ın Ermeniler tarafından yalnız Van’dan değil Kanada’dan da görülmesi mümkündür.

Zaten film de bunu anlatıyor; Ararat’ın Kanada’dan görünüşü..

Recep Maraşlı







Kaynakça

Abdullah Kılıç, “İkinci ‘Geceyarısı Ekspresi’ Yolda”, Zaman, 28 Kasım 2001.
Atilla Dorsay, “Egoyan’dan haber Var”, Sabah, 6 Ekim 2001.
Ayşegül Koç,”ARIF, CHRISTOS VE JAKOB TORONTO FILM FESTIVALI'NDEN IZLENIMLER”; Altyazı, Aylık Sinema Dergisi, Kasım 2002
Cevher Kantarcı, “Dangalaklığın Son Perdesi”, Star, 23 Mayıs 2002.
Deniz Güçer Erdem, “İğrenç Senaryo”, Star, 14 Şubat 2002.
Emin Varol, “Ararat ve Fransa”, Star, 24 Mayıs 2002.
Ertuğrul Özkök, “Ararat Filminin Galasını Ağrı’da Yapalım”, Hürriyet, 12 Aralık 2001.
Etyen Mahçupyan, “Yeni Ulusal Proje: Türk Ararat’ı”, Zaman, 30 Nisan 2002.
Haluk Şahin, “Ararat Filmine Ne Yapmalı?”, Radikal, 9 Aralık 2001.
Hilton Kramer; “Considering Gorky, It’s His Portraits That Really Matter”, The New York Observer, 22.04.2002
İsmet Berkan, Radikal, 24 Aralık 2001.
Jean-Claude Kébabdjian (Ermeni Diasporası Araştırma Merkezi Başkanı)“Türkiye'nin geçmişiyle yüzleşebileceğine inanıyorum” BIA Haber Merkezi 09.09.2002  Burçin GERÇEK 
Jonathan Jones; “The Artist and His Mother, Arshile Gorky (c1926)” The Guardian, 30.03 2002
Mehmet Barlas, “Bravo Ertuğrul Özkök’e”, Yeni Şafak, 13 Aralık 2001.
Mehmet Basutçu, “Karmaşık ve Tutuk”, Radikal, 22 Mayıs 2002.
Muhammer Elveren, “Ağrı Dağı İşinize Yaramaz Bize Hediye Edebilirsiniz”, Hürriyet, 22 Mayıs 2002.
Murat Birsel, “Midnight Express’ten Sonra Ararat”, Sabah, 19 Ağustos 2001.
Nedim Hazar, “Ararat ya da Kamerayı Sopa Olarak Kullanmak”, Zaman, 24 Mayıs 2002.
Nouritza Matossian, “Black Angel” The Life of Arschile Gorky,
Öner Öngün, “Ararat Yaramadı”, Star, 30 Ocak 2002.
Sedat Laçiner ve Şenol Kantarcı;Ermeni Propagandasının Bir Aracı Olarak Sanat: Ararat Filmi Örnek Olayı” Mayıs, 2002, Istanbul
Sefa Kaplan, “Ararat, Geceyarısı Ekspresi Değil”, Hürriyet, 4 Mayıs 2002.
Serdar Turgut, “Yasaklayın O Sözde Filmi”, Hürriyet, 11 Aralık 2001.
Tufan Türenç, “Aynı yanlışı Ararat İçin de Yapmayalım”, Hürriyet, 29 Aralık 2001.
Türker Alkan, “Nerede Bizim ‘Ararat’ımız?”, Radikal, 6 Mayıs 2002.
USSHER, Clarence D., An American Physician in Turkey, Boston and New York, 1917.
Zeynep Gürcanlı, “Ulusal Utanç...”, Star, 1 Temmuz 2001,



Yorumlar