Kuşkusuz Balkan ve Kürdistan deneyimlerinin ayrışan çok yönleri ve koşul farklılıkları var. Ama Osmanlı’nın oyunbaz, despotik devletçiliği ile ulusal kurtuluşçu güçlerin zaafları oldukça birbirine benziyor!
1903 Makedonya Örneği
Türk Egemen Sınıflarında „Balkan Sendromu“
1912 Balkan Savaşları Türk egemen sınıflarında, sonuçlarını bugün de izlediğimiz önemli bir siyasal-psikolojik tramvaya yol açmıştır. Bu, derin bir yokoluş kaygısı dır.
Aslında Balkan uluslarının Osmanlı merkezi yönetimine karşı mücadelesi çok daha uzun erimlidir. Balkan deneyimi despotik İmparatorluğu\'n pençesinde yüzyıllarca kıvranan esir halkların bugünlerini de tanımlayan izlerle doludur. Osmanlıya karşı düzenli orduyla savaşma olanağından yoksun olan Balkan halkları, kısaca „Çeta/Çetnik“1 denilen küçük gönüllü birliklerle direnişlerini sürdürme yoluna gittiler. Çetecilik, çoğu kez başı bozuk bir çapulculuğu, sosyal eskiyalığı içinde barındıran bir anlam yüklüysede özünde garilla savaşını tanımlar.
Makedonya‘da silahlı mücadele
Osmanlı despotizminden ilk bağımsızlaşan ulus Yunanlılardı. Başlangıçta sadece Mora yarımdasının kurtarılmasıyla başlayan Yunan bağımsızlık hareketi giderek yayıldı. Yunan ihtilali ile Balkanlaradaki ulusal özgürlük hareketi Bulgaristan ve Sırbistan’ın kısmi özerklikler kazanmasından sonra da derinden derine devam etti. Çünkü, diğer Balkan halkları üzerindeki ulusal ve sosyal baskı devam ediyordu.
Makedonya örneğinin bugün için aktüel bir a
Uluslarası kuşatmalarla da savaşmak zorunda olan KUKM’de gerilla gücünü, kendi özgürlük amacından uzaklaştırıp, sistemin ve diplomasinin bir parçası haline getirme uğraşları da herhalde en az Balkanlardaki kadar kısa ömürlü ve başarısız bir olacaktır. Biliyoruzki Balkanlarda partizan gerilla savaşı geleneği, sonraki yıllarda ulusal özgürlük ve bağımsızlık kadar, antı-faşist direniş ve toplumsal kurtuluşçu savaşımının da belkemiği oldu.
Diğer yanı ile nasıl dün çete savaşının durdurulması, ara verilmesi, artık birdaha hiçbir biçimde silahlı mücadelenin örgütlendirilemeyeceği anlamına gelmedi ise, bugün Kürdistan için de aynı şey söz konusudur. Herşeyden önce ardında uzun ve acılı bir mücadele birikimi bulunan ve sorunları hiçbir biçimde çözülmeyen aksine daha derinleştirilmiş, yaralı bir toplum duruyor. Bu toplum kendini en bildik silahlarıyla savunma yeteneğini gösterecektir. Makedonya örneğinde de bu görüldü. </
1903 Makedonya Örneği
Türk Egemen Sınıflarında „Balkan Sendromu“ ve /Çete-Partizan Savaşı/ Geleneğinden Dersler
Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi önemli dönemeçlerinden birini yaşıyor bugünlerde.. Silahlı Mücadele’nin, gerilla savaşımının rolünü tamamladığı öne sürülüyor. Kürdistan kurtuluş mücadelesinin her türlü silahtan arındırılmaya çalışıldığı, tasfiye ve teslimiyet programlarının adım adım hayata geçirildiği bir süreçte, konu üzerinde kapsamlı tartışmalar yürtüleceği ve alternatiflerin örgütleneceği kuşkusuzdur. Ulusal kurtuluş savaşımlarının “silahtan arındırılması” ne anlama geliyor ve ne gibi sonuçlar yaratıyor? Sömürgeciler, bu tür uzlaşma ve “karşılıksız barış!” arayışlarından nasıl yararlanıyorlar?
TC’nin , Osmanlı Devleti\'nin mirasçısı olduğunu, onun kurum ve gelenekleri üzerine yapılandığını bir an bile unutmamak gerek. Osmanlı egemenliğine karşı, Balkan halklarının mücadele deneyimleri, bugün yaşananlarla ilginç benzerlikler gösteriyor. Sömürgeciler kendi deneyimlerinden, birikimlerinden yararlanıyor ve birbirleriyle paylaşıyorlar.
Peki ya ezilenler?
Belki de 20 yy. başlarındaki Balkanlar’a bir kez daha göz atmak bugünler için anlamlı bir benzeştirme fırsatı verecektir.
Osmanlı İmparatorluğu feodal-despotik bir devletti. Haraç, rüşvet, zorbalık ve rantiyeyle şişmanlayan İmparatorluk bürokrasisi, üretici güçlerin dünya çapındaki gelişmesinden bihaber semirirken, kılıçla zaptettiği ve entrikayla yönettiği toprakların, birer ikişer elinden gitmesini öfkeyle izlemekten öte bir şey yapamazdı. Avrupada gelişen kapitalizm, imparatorluk topraklarına girdiğinde Osmanlı yönetimi bunun ne anlama geldiği ve sonuçlarının ne olacağının farkında değildi henüz. Emperyalist devletler pazar alanlarını kapışmak için kollarını sıvadıklarında, bu paylaşımın ilk adresi Osmanlı yönetimindeki topraklardı.
Türkiye Cumhuriyeti‘nin tüm kurumlarıyla, bu İmparatorluğu\'n mirasçısı olduğunu unutarak yapılan tüm çözümlemeler son tahlilde yanılgılıdır. TC‘nin „reddi mirası“ sadece İmparatorluğun devrettiği sorumluluklardan kurtulmak için geliştirdiği hukuksal bir söylemden ibarettir. Kemalist Cumhuriyet‘in özü Osmanlının askercil despotizmine, zabitan sınıfına dayanır. Sınıflara, tüm topluma buyurganlık eden, mülk sahibi asker sivil seçkinlerin „kerim devlet“ geleneğidir bu.
Osmanlı İmparatorluğu´nun üzerinde hüküm sürdüğü topraklarda bugün 29 egemen devlet bulunuyor; Türkiye, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Moldavya, Macaristan, Sırbistan-[Yeni Yugoslavya (Montenegro ve Kosova özerk bölgesi dahil)], Hırvatistan, Bosna-Hersegonya, Makedonya, Slovenya, Arnavutluk, Ermenistan, Suriye, Lübnan, İsrail, Ürdün, Irak, Mısır, Kuveyt, BAC, Yemen, Katar, Libya, Tunus, Cezayir, Suudi Arabistan, Kıbrıs, Fas, Bahreyn, Yemen. Bunlara Filistin‘i, kendi devletlerini henüz kuramamış olan Kürtleri ve jenoside uğratılarak yok edilmek istenen Suryaniler, Pontuslular ve Lazları katarsak sayıyı 34’e kadar çıkarabiliriz.
Türk Devleti, 1. Paylaşım savaşı ve sonrasında Osmanlı mirası toprakları elinde tutma savaşı vererek Ermenistan, Kürdistan, Lazistan, Pontus ve Küçük Asya‘yı, gerek katliamlar, gerek entrika ve siyaset yoluyla Kemalist Cumhuriyet‘in „Misak-ı Millî“sinde tutmayı başardı.
Cumhuriyet döneminde ise siyaseten ilhak edilmiş olan Kürdistan parça parça yeniden işgal edildi, tüm direnme odakları bastırıldı.
Türkiye Cumhuriyeti‘nin 80 yıl boyunca sınırlarının içine ve sınırlarının dışına doğru üç kez genişlediğini de unutmamak gerekiyor.
İçe doğru ilk genişleme; Ege ve Küçük Asya Rumlarının „mübadele“ yoluyla sürülerek, Anadolunun Rum nüfustan arındırılmasıydı. İkinci genişleme 40‘lı yıllarda „Varlık Vergisi“ yoluyla Rum, Ermeni ve Yahudilerin ekonomik yaşamdan tasfiye edilmeleridir. Bunu başta İstanbul olmak üzere Ege‘nin ticaret merkezlerindeki Rum ve Ermeni nüfusun „6-7 Eylül“ terörüyle korkutulup kaçırılması izledi.
Dışa doğru ilk genişleme 1937 yılında Arap, Ermeni, Rum ve Türklerden oluşan Hatay Cumhuriyeti‘nin ilhak edilmesidir.
İkinci genişleme 1974 yılında Kuzey Kıbrıs‘ın işgalidir. Fiilen Türk Devleti‘nin yönetiminde olan Kuzey Kıbrıs‘ta „KKTC“ adıyla kukla bir hükümet kurdurulmuş ve bu „devletle“ entegrasyon planları çerçevesinde hukuki ilhaka doğru gidilmektedir.
TC‘nin dışa doğru üçüncü genişleme girişimi Güney Kürdistan‘dır. TC, 15 yıldan fazla bir zamandır Güney Kürdistan‘ı istediği zaman askeri oparasyonlar düzenlediği, ekonomi ve siyasetini denetlediği bir „arka bahçe“ olarak kullanmaktadır. Güney Kürdistan‘daki Kürt örgütlerini siyaseten denetlenmeye çalışmakta ve Türkmen nüfusunu bir dayanak olarak düşünmektedir.
TC‘nin bu sömürgeci ya dayılmacı yapısı karşısına dikilen en büyük engel Kürdistan Kurtuluş mücadelesidir. „Misak-ı Millî“ sınırları içinde etnik yoketme ve asimilasyon politikalarıyla homojenleşme politikası izleyen, dışa doğru da yayılmacı bir saldırganlığı elden bırakmayan TC , Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin bir biçimde sindirilmesini kendisi için yaşamsal bir sorun olarak görmektedir.
Türkler Önasya’ya Batı’dan değil, Doğu’dan, Ermenistan ve Kürdistan üzerinden girdi. Ama yayılması hep Batı’ya doğru oldu. Türklerin sosyal yerleşimi, yurt edinmeleri ve siyasal ilgisi hep Batı’ya Bizans topraklarına yönelik olmuştur. Osmanlı Beyliği‘nin genişleme stratejisi de Balkanlar yönündedir. Konstantinopolis‘den önce Balkan yarımadasına egemen olan Osmanlı, Doğu’ya ancak 16. yy.’da yönelebilmiştir. Batı egemenliği ise, 14-15.yy’larda tamamlanmıştı bile. Doğu‘daki Kürt Beylikleriyle ancak bir tür özerklik anlaşması ile bağlaşıklık kurabilirken, Batı‘yı bizzat yerinde idare etmeye çalışıyor, yerli hanedanlarla çeşitli biçimlerde kanbağları oluşturuyordu.
Balkan savaşı, I.Emperyalist Paylaşım Savaşının da kötü bir habercisidir. Korku ve insan kıyımının, katliamların, açlığın, göç ve vatansızlığın habercisi... 1912’ye gelindiğinde Jön-Türk’lerle ulusal isbtemlerinikarşılanacağı beklentisiyle umutlanan, ittifakçı muhalif güçler bu umutlarını artık bütünüyle yitirmişlerdi. İttihat-Terakki’nin İmparatorluğu eski biçimiyle sürdürmek niyeti ve reformlar yapmaya yanaşmadığı kesinleşmişti. Bu durum ulusal örgütleri tekrar radikalleşmeye ittiği gibi; Balkan uluslarını da kendi aralarında Osmanlı İmparatorluğuna karşı siyasal-askeri bir pakt geliştirmeye yöneltti.
Osmanlı yönetimine karşı bağımsızlığını kazanan ilk ulus Yunanlılardı. Yunan ihtilali Balkan halkları için ilham kaynağı oldu. Bu yolunu izleyen Sırbistan ve ardından Bulgaristan bağımsızlıklarını ilan ettiler.. Fakat Osmanlı’nın Balkanlardaki askeri ve siyasi egemenliği halen devam ediyor, bir kısım stratejik toprakları halen elinde bulunduruyordu. Bunların başında Tesalya, Epir, Makedonya, Arnavutluk, Montenegro, Adalar ve birçok garnizon bulunuyordu.
13 Mart 1912’de Bulgaristan ve Sırbistan Balkan İttifakı’na girer. 29 Mayıs 1912’de Yunanistan’la Bulgaristan anlaşırlar. Bu ittifak özellikle Rusya tarafından desteklenmekte, Avrupa devletleri tarafından da Osmanlı’ya karşı koz olarak kullanılmak istenmektedir. 1912 Balkan savaşı küçük halkların isyanıyla başlar. Karadağ Osmanlılara karşı savaş ilan eder. Onu destekleyen Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan da Osmanlı’ya savaş açar. Yüzyıllarca Osmanlı egemenliği altında yaşamış ulusların bu ittifakı İmparatorluğu\'n Balkanlardaki sonu demektir.
Bulgar orduları Ekim-Kasım aylarında Kırkkilise ve İstanbul /Çatalca’ya kadar ulaşırlar. 26 mart 1913’e ise Adrianopolis/Edirne‘yi ele geçirmişlerdir.
Yunanlılar Adalar’ı, Epir’i, Makedonya içlerini ve Selanik’i almıştır. Osmanlı’nın İşkodra’daki tek garnizonu da düşünce Aralık’ta barış talep etmek zorunda kalmıştır. Avusturya-Macaristan, Sırbistan’ın denize kıyısı olmasını istemediği için Arnavutluk’un bağımsız bir devlet olarak tanınmasını isterler. Ateşkes anlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu Balkanlardaki tüm topraklarını kaybetmiştir. Trakya’da ise Midye-Enez arasında çekilen hattın gerisine çekilmek zorunda kalır.
Ne varki Balkan savaşının galibi devletler bu kez de kendi aralarında toprak kavgasına tutuşurlar. Savaştan topraklarını oldukça genişletmiş olarak çıkan Bulgaristan ile, Yunanistan ve Sırbistan arasında kısa bir iç savaş yaşanır ve Sırp-Yunan ittifakının galibiyetiyle sona erer. Bu arada Osmanlı İmparatorluğu\' Balkanların içe dönmesinden yararlanarak; Edirne’yi Bulgarlar’dan geri almayı başarmıştır.
Osmanlı‘nın 1912 Balkan yenilgisiyle hemen hemen tüm Balkan ulusları siyasal bağımsızlıklarını kazandılar ve Osmanlının Batı’daki siyasal egemenliği de sona erdi. Yalnız siyasal da değil, Türklerin buradaki toplumsal varlığı da ciddi bir tehlikeye düştü. Acımasız bir boğazlaşma ve tarihsel hesaplaşma ile karşı karşıya kalan Türk toplumu can havliyle bukez tersine Anadolu’ya doğru göç yollarına düştüler.
Balkan yenilgisinin ardından İstanbul’a yığılan göçmen kafileleri korkunç bir sefalet manzarası arzediyordu. Bu bütün bir tarihsel ve toplumsal hafızayı, politik bakışı derinden etkilemiştir.
Balkan topraklarından bu çıkarılış Türk toplumunda özellikle de egemen sınıflarında büyük bir dehşet havası yarattı. Üzerinde yaşadıkları bütün topraklar tıpkı Balkanlar gibi sonradan yurt edinilmişti. Balkanlardaki akibet her yer için bire bir geçerliydi. Doğu’dan çok daha önnce ve uzun süre egemen olup, yerleştikleri Batı topraklarından böylesine ani ve kesin bir biçimde çıkarıldıklarına göre, çok daha gevşek bir biçimde egemen oldukları Doğu’dan ve nihayet Anadolunun tümünden silinip-süpürülmeleri olasıydı.
Balkan Savaşıyla Osmanlı, sadece Balkanlardaki siyasal egemenliğini tamamen yitirmekle kalmadı, aynı zamanda bu topraklarda yüzyıllarca bir efendi olarak imtiyazlı bir kitle olarak yaşamış olan Türkler, hatta mütevazi fakat ayrıcalıklarından habersiz Türk köylüsü birden bire kendilerini yurtsuz, aç, sefil olarak İstanbul yollarında açlıktan ağaç kavuklarını kemirirken bulmuşlardı. Bu toprakların ebedi sahibi gibi duran yüzbinlerce insan kanlı bir kırımın, boğazlaşmanın ortasında dehşetli bir vatansızlığa, zillete ve ölüme gidiyorlardı. Bu sürgünlere, yokluklara alışmış bir milletin bir kez daha yaşadığı bir trajedi değildi. Buyurgan, mağrur bir toplumun kendine en çok güvendiği bir anda ayaklar altında kalması, tekmelenmesi, çamurlarda sürünmesiydi. Yeryüzü Halifesinin, tanrı devletinin büyük Osmanlının kendilerini düşmekten kanamaktan koruyamadığı, çöktüğü tam bir felaket...
Başkent İstanbul’u dolduran binlerce aç, paçavralar içindekiçıplak muhacir kafileleri 300 yıllık bir Balkan hakimiyetinin sonundan çok; bir gün İstanbul’dan da veya kimbilir Anadolunun hangi köşesinden de bilinmeyen diyarlara doğru “vatansız kalınabileceği” korkusunu kazıyordu beyinlere.
Geçici olduğunu, yabancı olduğunu bilerek sahiplendiği sömürgelerden kaçarak anavatanına sığma telaşındaki toplulukların duygusundan çok farklı bir şeydir bu. Çünkü bu topluluklar için anavatan diye bir yer yoktu, her yer Balkanlardı. Heryerin Balkanlar gibi olmaması için hiç bir neden yoktu. Yalnızca saltanatın ve ayrıcalıklı bir ulus olmanın değil, ayağının altındaki toprağın geleceğin de bir daha geri gelmemek üzere yok olma endişesi... İşte „Balkan Sendromu“ budur. Bu dehşet sadece Osmanlı paşalarının, nazırların, saray bürokratlarının, toprak ağaları ve tacirlerin duyduğu bir sınıfsal çöküntü değil, toplumun bütün hücrelerinden beslenen derin bir yokoluş kaygısıdır.
Bugün militarist-bürokrasinin “otonomi” ve “özerklik” laflarından bile ödü kopuyorsa bu nedensiz değildir. Osmanlı, en masum ulusal isteklerin, sınırlı reformların bile kendisini yokoluşa götürecek yolun başlangıcı olabileceği kanısındadır. Bu Balkan deneyimidir.
Türk milliyetçiliğinin ırkçı-şoven bir tarzda doğuşunu 1918 Mondros Mütarekesi sonrasında Yunan ordusunun Doğu Ege’ye çıkmasıyla değil, Balkan Bozgunu’yla açıklamak tdaha doğrudur.
Osmanlıcılık üst kimliği altında imparatorlukdaki ulusların bağımsızlık kazanmalarını önlemeyi uman İttihat-Terakki, Balkan “faciası”ndan sonra Bulgar, Yunan, Arnavut ve Ermeni milliyetçiliğiyle yaptığı ittfakı bozmuş ve Türkçülükte karar kılmıştı.
İttihat-Terakki‘nin Doğu‘da Ermeni sorununu büyük bir jenosidle çözmeye çalışmasında, Ortaasyadaki soydaş uluslarla siyasi bağlar kurma telaşında bu korkunun izlerini görmek olasıdır.
Gerek İttihat-Terakki, gerek Kemalist Cumhuriyet dönemlerinde, asker-sivil bürokrasi içinde en ırkçı-şoven tutumları Balkan göçmenlerinin takınmış olması bir rastlantı değildir.
Balkanlarda yaşanan gerçek, bu toprakları zorla yurt edinmiş bir toplumun bütün varoluş temellerinin yıkılması karşısında ve buna karşı son derece acımasız olmak gerektiği dürtüsünü kazandırmıştır onlara. TC’nin siyasal-askeri reflekslerine yerleşen bu travmatik korkuyu iyi çözümlemek gerekiyor.. Topluma, ideolojiye, siyasete sinen, yüzyılın siyasal davranışlarına yön veren bu korkunun çözümlenmesi oldukça öğretici olabilir.
Kürtler kendi açılarından baktıklarında örneğin; Amed ve Dersim’in Türk işgali altında görürler ki, bu doğrudur. Aynı zamanda İstanbul, izmir veya Ankara’nın “Kürt olmadığından da” bir okadar emindirler ve oraları “Türkiye“ olarak saymakta sakınca görmezler.
Oysa olguya bir de Türkler açısından baktığımızda Amed ve Dersim ne kadar “Türk değilse”, İstanbul ve İzmir’de o kadar „Türk değil“dir. Hatta Türklerin İstanbul’daki varlıkları Diyarbekir’den 200, İzmir’den 300 yıl daha geridedir.. fiu halde bir Türk için İzmir ile Diyarbekir’i vatan olarak görmek açısından bir fark yoktur. Diyarbekir’i bıraktığı zaman İstanbul ve İzmir’i de bırakmaması için hiç bir neden olmadığını düşünür. Çünkü nihai olarak bu coğrafyada hiç bir mekanın tarihsel olarak kendisine ait olmadığını, sonradan çöreklenerek yurt edinildiğini bilmektedir. Balkanlardan kovulduğu gibi Doğu’dan ve nihayet bütün Anadoludan kovulacağını düşünür ve büyük bir dehşete kapılır.
İngiliz, Fransız sömürgecileri kolonilerden kovulduklarında gidecekleri anavatanları vardı. Örneğin Afrikadaki bütün sömürgeci yönetimler ırkçıydılar. Ama sonuçta ekonomik egemenliklerini korumak için siyasal yönetimleri siyahlara bırakmaktan çekinmediler. Oysa Güney Afrika‘daki ırkçı beyaz azınlık yönetimi çok uzun süreli bir direniş gösterdi. Çünkü onlar, diğerleri gibi her an ülkelerine dönmeye hazır Avrupalılara değil, kendilerini Güney Afrikanın yerli hak sahipleri olarak gören Afrikanerlere dayanıyordu.. Güney Afrika beyazlarının ırkçı tutuculuğuyla, Önasya‘daki Türk ırkçılığının benzerliklerini böyle açıklayabiliriz.Türklerin ise işgal edip vatanlaştırdıkları yerlerden gidecek başka bir yerleri yoktur. TC politikalarını çözümlerken zihinsel arka planda, alt benliklerinde yatan bu dehşeti, yokoluş kaygısını yakalamak politik açıdan son derece önemlidir.
Bu yüzden de elinde bulundurduğu siyasi iktidar olanaklarını, askeri gücünü toplumsal varlığının da temel dayanağı haline getirir. Türklerin tarihsel egemenliği ve bu coğrafyayı yurt edinmeleri, devlet-ordu ekseninde gelişmiştir. Daha çok siyasal-askeri güce dayanır. Bundandır ki asırlardır ordu-devlet’in toplumunun tümünün üzerinde belirleyici bir konumu vardır. Bu olgu „Türk devleti ve ordusu, varlığını Türk ulusuna değil; Türk ulusu varlığını da, ülkesi ve egemenliğini de ordu-devlete borçludur.“ diye özetleyebiliriz. ulus, devlet tarafından yeniden kurulmuş, oluşturulmuştur. Kemalizmin temel felsefesi de buna dayanır.
Türkiye’de militarist-bürokrasinin, neden bütün sosyal, siyasal süreçlerin ana belirleyeni olduğunun hem tarihsel hem de güncel cavabı burada durur. Türkiye‘de liberal, tutucu, sosyal demokrat, solcu, islamcı her ne olursa ol sun „herkes“ için devlet son derece kutsal olması, aralarındaki yarışın neredeyse devleti en iyi kimin kurtaracağı olması bundandır. Günümüz dünyasında çok daha güçlü uluslararası etkileri olan birçok „resmi ideoloji“ iktidarını yitirmişken; daha yerel ve sınırlı etkilere sahip olmasına karşın Kemalizmin 80 yıldır hem resmi ideoloji ve hem de özel bir iktidar biçimi olarak ağırlığını koruyor olması, Türklerin bu coğrafyadaki varoluş ve örgütlenişlerinin özgün yapısından kaynaklanmaktadır.
Belki biraz daha ileri gidersek TC’nin Avrupa ile olan sancılı lişkilerinin, Avrupa Birliğine girmek isteyip girememelerinde; Osmanlı tanzimatçılığında ve Cumhuriyet’in “batıcılık” komplekslerinin temelinde, kovuldukları topraklara dönme ve oranın bir parçası olma arzusunun güçlü bir ifadesini görebiliriz.
Buradaki psikolojik açıklamalarımız yadırgatıcı gelmemelidir. Psikoloji sadece kişilere özgü bireysel bir olgu değildir. Ulusların, toplumsal sınıf ve tabakaların da ortak “hafıza”ları, refleksleri vardır. Onların politik refleksleri de tarihsel süreçlerde kazanılan yapısal değişiklik ve etkilenmelerle belirlenir. Buna siyasal-psikoloji adı verebiliriz.
Kürt toplumunda aile-aşiret eşiğinin aşılamamasına dayalı bozulmanın siyasal davranışlara getirdiği olumsuz özellikleri; Anadolu Türk toplumunda ki “yokoluş kaygısı”nı;Yahudi toplumundaki güçlü anavatan tutkusunu bu siyasal psikoloji örnekleri olarak sayabiliriz.
Fransız burjuvazisi ile Türkiye burjuvazisi arasındaki fark, yalnızca onların sermaye güçleri, denetledikleri artı değer ve pazar payları değil; tüm tarihsel süreçlerin davranış biçimlerine kazandırdığı özelliklerde durur. Devrimci bir geçmişe; siyasal, ekonomik, kültürel güçle küresel bir sömürgecilik deneyimine sahip Fransız burjuvazisi ile; Osmanlı aristokrasisinin rantını paylaşmış, soykırım yağmalarıyla palazlanmış, Kemalist devletin koruma ve teşvikleri altında büyümüş bir Türk burjuvazisinin poltik akılcılığı elbette aynı olamaz. Bunun gibi Kemalist rejimin sefaleti ve saldırganlığının, benliğine yer etmiş bu korkulardan kaynaklandığını unutmamak gerekir. Ulusal kurtuluş mücadeleleri karşısında saldırgan ve acımasızdır, çünkü son derece korkaktır.
Ne var ki, Balkan Sendromu ya da bu yokoluş korkusu sadece egemen sınıflara yer etmiş bulunan bir kalıtım değil, Türk toplumunu da sarıp-sarmalayan, şovenizmi besleyen toplumsal bir travma siyasal bir korku halinde varlığını sürdürmektedir. Egemen sınıfların korkularına çare bulamayız, bu zaten bize düşmez, ama toplumdaki korkuyu yenebiliriz. Bu da ulusal kurtuluş hareketlerinin, özgürlük taleplerinin bir başka ulusun yok oluşu demek olmadığının içselleştirilmesi ile olasıdır.
Çete/Komita/Fedai Geleneği
„Komitacılık/Çetecilik/Fedailik“ Osmanlı despotizmine karşı ezilen ulusların bir mücadele geleneğidir. Siyasal amaçlarla gerçekleştirilen askeri bir tarz, bir partizan savaşı/gerillacılıktır. Türkçe yazına “Balkan komitacılığı” olarak geçen çetnik savaşı, yani gerilla tarzı Balkanlarda Osmanlı Devleti\'ne karşı sonuç almıştır. Bu yüzden Osmanlı Devleti de daha yüzyılın başlarında, para-militer karşı milis örgütlenmeleri oluşturarak, karşı-çetecilik faaliyetlerini (kontr-gerillayı) örgütlemeye yöneldi.
Batı‘daki Çetecilik olgusunun benzeri Doğu topraklarında Ermeni ulusal mücadelesinde ve Kafkas halklarında görülen Fedai‘liktir. Balkan komitacılığı ile Ermeni Fedai hareketi arasında askeri tarz, romantizm ve ruhsal açıdan önemli bir yakınlık sözkonusudur.
Nitekim bu yakınlık Balkan savaşlarında Antranik Ozanyan,’ın “Ermeni Gönüllü Birliği” şahsında enternasyonalist bir dayanışmaya da dönüşmüştü. Osmanlı Ermenistan‘ında silahlı mücadelenin önde gelen isimlerinden biri olan Antranik , Sason direnişlerinin ardından bir süre Kafkasya‘da kaldıktan sonra Balkanlara yerleşen bir Ermeni ihtilalcisiydi. „Burada, psikolojileri ve mücadele yöntemleri bakımından kendisine o kadar çok benzeyen Mekadon ihtilalcilerle dostluklar kurdu. Makedonya cephesinde Bulgarlarla birlikte gönüllü olarak Osmanlı İmparatorluğuna karşı savaşan 230 kişilik bir Ermeni Birliği’ne komuta etti.
Balkan savaşını muhabir olarak izleyen Troçki, Antranik‘in Balkan savaşına katılmasını kendi ifadesiyle şöyle yazmaktadır;
“Ben milliyetçi değilim” diyor Andranik bugünkü seferini açıklarken. “Bir tek millet tanıyorum o da ezilenlerin milleti”.[1]
Ballkan Savaşı‘ını hem bir politik gözlemci hem de gazeteci kimliğiyle izleyen Troçki‘nin bu konuda yazdıkları önemle incelenmeye değer. Troçki’nin partizan savaşı ve politik şiddet konusundaki tesbitleri de bu geçmişle gelecek arasında köprüler kurmaktadır.
Makedonya isyanı 29 Nisan 1903 yılında Selanik’de Osmanlı Bankası‘nın bombalanması ile başladı. Makedonya’da ulusal muhalefet 1893-1902 yılları arasında örgütlü mücadelesini kurmuş ama silahlı mücadeleye başvurmamıştı. Osmanlı-Türk idaresi karşısında legalitesini yitirenler silahlanarak dağa çekilmek zorunda kalıyor ve çetnik mücadelesine girişiyorlardı.
Önderliğini Yane Sandansky’nin yaptığı Makedonya Devrimci İç Örgütü isyanın organizesini yapmaktaydı. fiiddet eylemleri tam bir kriz ortamı yarattı. Türk kuvvetleri şehir merkezlerine çekilmek zorunda kaldı. Ardından isyanın bastırılması için sert tedbirler alındı. 200 köy yakıldı ve 70 bin köylünün evsiz kaldığı haberleri yayıldı.[2] Bulgar hükümeti Mekandonya’da ayaklanan köylülere destek olmakta isteksiz davrandı. Çünkü hamisi Rusya Osmanlı Devleti\'yle o günlerde iyi ilişkiler içindeydi ve bunun bozulmasını istemiyordu. Halkın tepkisinin üzerine hükümet düştü. Bulgar kabinesi Osmanl‘yı savaş açmakla tehdit etti. Avusturya ve Rusya’nın devreye girmesi ve Osmanlı Devleti\'nin Mekandonya’da bir dizi reform yapma vaadi vermesi üzerine dış destek de göremeyen isyan yavaş yavaş sona erdi.
Kitle isyanının böyle dinmesinin ardından çetnik savaşımı başladı. 1904 ile 1908 yılları arasında kesintisiz devam etti. 1908 yılında Makedonya’da reform öngören Reval Programını[3] Osmanlı Devleti\' kabul etmek zorunda kaldı. Çetnik mücadelesinin liderleri bunun mücadelelerinin diplomatik bir başarısı olarak adlandırmaktadırlar. Oysa, bunun yanı sıra Osmanlı İmparatorluğu\'nda artmakta olan Alman etkinliğine karşı ingiliz ve Rus politikasının bu etkiyi kırmak üzere değiştirilmesi ve bu nedenle Osmanlı Devleti\'ne karşı “sorun çözücü” yaklaşılması hesapları yapılmaktaydı. Beri yandan Jön-Türk hareketi Reval Proğramını Osmanlı Devleti\'nin parçalanması yönünde ciddi bir tehdit olarak gördü.
Aynı yıl Jön-Türkler harekete geçti ve Osmanlı İmparatorluğu\'nda 1908 devrimi gerçekleşti. Sultan, Meclis-i Mebusan’ın yeniden açmak zorunda kaldı. “Hürriyet ve eşitlik” sloganlarıyla gelen devrim, Jön-Türklerin ittifaklar politikası sonucu Yunan, Bulgar ve Ermeni devrimcileri de yanına almış olması, ulusal demokratik haklar için legal ve barışçı mücadelede yollarının açık olduğu inancıyla Makedonya’daki çetnik savaşı da durdu. Partizan grupların çoğu bu inançla dağda indi.
1908 Meşrutiyet devrimi gerçekleştiğinde Antranik Bulgaristan’ın Varna kentindeydi. Taşnak liderleri Simon Zaryan ve diğerleri İttihat-Terakki’yle yaptıkları ittifaka ve Jön-Türkler’in yapmasını umdukları reformlara güvenerek, onun İstanbul’a dönmesini ve 50 lira maaşla Muş’tan milletvekili olmasını öneriyorlardı.[4] Antranik bu önerileri, İttihad-Terakki önderlerine duyduğu derin güvensizliği ve uyarılarını dile getirerek reddetti. O, savaşçı olarak kalmayı yeğliyordu. Nitekim Hınçak örgütü adına Balkan Savaşına gönüllü birliğiyle katılacaktır.
Çetnik savaşımının durdurulmasına muhalefet edenler olduysa da sonuç başarılı olmadı. Buna karşılık Makedonya devrimcilerinin esas gücünü köylülük ve şehir örgütlenmesi oluşturduğu için büyük bir çöküş meydana gelmedi. İhtilalciler legal organizasyonlarını ve faaliyetlerini sürdürmeye devam ettiler.
Jön-Türk yönetiminin de beklenilen reformları yapmaya niyetli olmadığı ortaya çıkmaya başlamış ve hoşnutsuzluk artmıştı ki, tam bu sırada sultan Abdülhamit’in 31 Mart karşı-devrim girişimi patlak verdi. İttihat-Terakki’nin bu karşı-devrimi bastırdığı “Hareket Ordusu”na Yunan ve Bulgar komitaları, çetnikleri de aktif destek verdiler. Böylece Jön-Türklerin zaferinde Balkan halklarının aktif desteği, reform umutlarını ve Bab-i Ali’nin niyeti konusunda onların umutlarını yineledi. İttihat-Terakki de reform bekleyen bütün halklardan, muhalif örgütlerden “sabır” ve “kendine zaman tanınmasını” talep ediyordu.
Halkların kültürleri birbirine çok benzer. Kürdistan’da işbirlikçi sınıf ve kişilere “tırşikçiler” dendiği gibi, Balkan halkları da işbirlikçi zenginlerine “çorbacılar” demektedir.[5] Çorbacılar Jön-Türklerin vaadlerine kanan ve hevesle desteklemeye hazır yegane gruptu.
Bunun üzerine Makedon mücadelesinde Legal Klüpler dönemi açıldı. Kimileri bu mücadeleye tam inanırlarker, kimileri de gönülsüz bir biçimde bu tarz bir mücadeleye katılmaktaydı. Bu biraz da zorunluluk haline gelmişti. Çünkü kitledeki beklenti çetnik mücadelesinde ısrar edenlerin tecrit olmasına, tepki görmesine neden olabilirdi. Ayrıca partizan grupları 1910 yılına kadar hemen hemen dağılmış, bu gruplar ya legal mücadeleye katılmış, ya da ne olacağını görmek için beklemeye çekilmişlerdi. Legal gruplar içinde başlıca üç grup vardı: Çorbacılar, ılımlılar ve çetnikler. Çorbacılar ve ılımlılar hemen ittihat-Terakki ile bir anlaşmaya varılmasında ısrar ediyorlardı. Çetnik mücadelesinden gelenler ise genel olarak halka, Türk yönetimine güvenilmeyeceğini anlatan propağandalara ağırlık veriyor ve talepleri devrimcileştiriyorlardı. Bu nedenlerle legal derneklerdeki talepleri Makedonya’ya eksiksiz öz yönetim idi. Bu da kısa zamanda Jön-Türklerin tepkisini çekmekte gecikmedi. Çünkü, Türklerin böyle bir anlaşma yapmaya niyetli olmadıkları ortaya çıktı. Bulgar hükümetide ilgisini çekmişti. Böylece halkdaki hoşnutsuzluk daha da arttı. Üzerine Türk hükümetinin bütün ulusal kurumları kapatacağı haberi geldi.
Bu kararın ardından Mekadon ihtilalcileri eski yollarına geri döndüler. Köylerdeki örgütlenmelerini güçlendirerek, çete gruplarını yeniden hazırladılar. Örgütlenme modeli ihtilal öncesi gibiydi. Her köy ve kasabada komitelerin büroları yeniden açıldı. Bu bürolar mümkün olduğu ölçüde seçimle ya da ahalinin en iyi, en güvenilir unsurlarından oluşturuluyordu. Seçimler partizan gruplarının düzenlemeleriyle gerçekleştiriliyordu. Bazı yerlerde Mekadonların kendi aralarındaki çelişmeleri, husursuzlukları çözümlemek için hukuk komiteleri, hakem komisyonları kurulmuştu. Her köyde milis kuvveti bulunuyor. Komutanları, komutan yardımcılarıyla on-yirmibeş arasında değişen delikanlı.
1908’den sonra halktan silah toplandığı ya da gönüllü silah teslim edildiği için silah sorunu bulunmuyordu. Partizan gruplarına gelince; her kırsal yörede bunlardan iki veya üç tane vardı. Bunların standart büyüklükleri 5-10 adam arasındaydı.
1910’da silahlı mücadeleyi yeniden örgütlemeye çalıştıklarında her şeye yeniden başlamak zorunda kalmadılar. 1893 yılında başlayan yirmi yıllık bir deneyimleri vardı her şeyden önce.
Bu birikime rağmen kitlesel ayaklanma çıkarmaya hazır olunmadığı için yerel partizan operasyonlarıyla işe başlandı. Amaç Avrupa ve Bulgaristan’ın dikkatlerini bir kez daha bölgeye çekmek, hiç bir şeyin değişmediğini dünyaya anımsatmaktı. Diplomatik bir müdahale meydana getirilmek isteniyordu.
Troçki bu eylem biçimlerini şöyle değerlendirir;
“Ulusal devrimciler, sosyal devrimcilerin tersine şiddet eylemelerini daima ya kendi ülkeleri ya da başka ülkelerin hanedan ve diplomatlarının faaliyetleriyle bağlantılı hale sokmaya çaba harcarlar. Mesele genç bir ulusun toprak ve siyasetle ilgili kendi kaderini tayin etme meselesi olunca, Carbonari’nin sabırsız eylemleri, çokluk yanlızca hanedanlık ve diplomasi güçlerinin hep ağırdan aldıkları hamleleri başlatmaları ve tamamlamaları için teşvik etmelerine yöneliktir. Ve ilk fırsatta politik inisiyatifi söz konusu ikinci kuvvete bırakır.
...
Bu eylemciler, kendilerini konsolosluklarda ve elçiliklerde de dağlarda profesyonel savaşçılar arasında olduğu kadar evlerinde hissediyorlar. Bir bomba patlatmaya hazırlandıkları zaman, ilkin çok becerikli bir şekilde bombanın ‘etkili’ Avrupa basınında ne yankı uyandıracağını ve diplomasinin simyacıları arasında kimlerin bu bombayı ‘Makedonya sorunu üzerine’ yeni bir notaya dönüştüreceğini kesin olarak hesaplıyorlardı. Bu iki çehreli adam böyle ortaya çıkıyor: fiiddete başvrumaktan başka çıkar yol bulamayan dinamitard ile diplomatları bir araya getiren, kafası hem şiddet eylemlerinin sırlarıyla hem de Dışışleri Bakanlıklarının sırları ile dolu bir adam”.[6]
Halkın büyük bir çoğunluğu çetnik faaliyetinin yeniden başlamasını memnunlukla karşılar. Hatta bazı köylüler giderek partizanların gizlenmesini eleştirdi. Partizanlar ise her köyde bulunan iki-üç çorbacının kendilerini ihbaretmesinden çekiniyorlardı. Sonra her şey eski biçime döndü, partizanlar gizlenmeyi bıraktılar. Çorbacıları etkisizleştirmek için onları partizan faaliyetlerine katılmaya zorluyorlardı. Örneğin bir geceyi isteselerde istemeseler de onların evinde geçiriyorlardı.
Ara verilen süre içinde milislerin silah kullanma alışkanlıklarının da kaybolmadığı ortaya çıktı.
Köylüler partizan mücadelesinden memnundu. Çünkü, partizanların saldığı korku yüzünden eskiden Türk beylerin çiftliklerinde çalışan köylüler, topraklarını bırakıp şehirlere kaçan bu beylerin ardından sadece kendileri için üretim yapar olmuşlardı. Çiftlik ve toprakları artık kendileri işletiyorlardı. Ama, 1908 devriminden sonra yani, çetnik mücadelesine ara verildiğinde Türk beyleri çiftliklerinin topraklarının başına geri döndüler ve köylülerin sırtına daha bir güvenle binmeye devam ettiler. ikinci kez, çetnikler beyleri çiftliklerini satmaya zorladı. Hem de yabancılara ve başka beylere değil, bizzat kendi köylülerine: Mirî/beylikçi adı altında Osmanlı hükümetine ödemek zorunda oldukları vergileri partizanlar sayesinde yarı yarıya indirme veya ellerindeki hayvan sayısını ne kadar bildirirlerse hükümet memurlarını o kadar yazmaya mecbur bırakıyorlardı.
1908 devriminden önce topraklarını Mekadonlara satan beyler, bu kez topraklarını Jön-Türk hükümetine satıyor, onlarda buralara Kafkasya, Bulgaristan ve Bosna’dan gelen mühacir Türkleri yerleştiriyorlardı.
Partizanlar Balkan savaşında Bulgar ordusuyla ve Bulgar subayların komutası altında hareket ediyorlardı. Çetnik grupları her türlü sabotaj eylemlerini sürdürüyorlar.
Makedonya ihtilalcileri en büyük başarılarını elde ettikleri anda bile “Makedonya fara de se” (Makedonya kendi başının çaresine kendisi bakacak) gibi bir nosyonla kendilerini aldatacak durumda değillerdi. Yaptıkları en başarılı şey Avrupa ve Bulgar diplomasisinin ilgisini buraya çekmek olmuştu.
İdeolojik-siyasal bağımsız bir önderlikten yoksun gerilla mücadelesinin sonucu hakkında Troçki’nin sonal tespiti de ilginçtir:
“Barbarca tarımsal ilişkiler ve benzeri ileri metodlar Mekadonları isyanlar ve partizan mücadelesine sürükledi. Makedonya’nın kendi kaderini kendi gücüyle çizmesinin apacık imkansız oluşu da, onları amprik olarak büyük ve küçük devletlerin emelleriyle ilgilenmeye yaşanan her an için mümkün olan en az direniş yolunu izlemeye zorladı. Savaş Makedonya ihtilalcileri kendi içine alıp yuttu onları düzenli ordunun ve diplomasinin bir parçası haline getirdi.”[7]
Gerilla mücadelesinin hangi siyasal mücadelenin ve nasıl bir programın aracı olduğu yolundaki basit ama keskin soru, sonucu da tayin edecektir. Balkan modeli, çete savaşımının çoğunlukla müdahaleci ve sorun çözücü olması arzulanan devletlerin harekete geçirilmesi için kullanıldığı, kendisine tayin edici değil „tetikleyici“ bir rol biçilen bir yol oldu. Fakat halkların kendi öz deneyimlerinden çıkan bu mücadele gelenekleri, onun, kendileri için doğru saptanmış bir siyasal amaç ve örgütlülükle kullanılması halinde özgürlüğe hayat veren hücreler olabildiğini de tarih gösterdi.
Balkanlardaki çetnik geleneği Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya ve Arnavutluk’ta Nazi işgaline karşı verilen başarılı partizan savaşlarıyla bir kez daha tarihe damgasını vurdu. Balkan halklarının Osmanlı despotizmine karşı geliştirdikleri gerilla tarzı faşist işgali de yenilgiye uğrattı. Gerici iktidarların korkulu rüyası ve sınıf savaşımında emekçilerin temel askeri gücü oldu.
„Komita“, „çetnik“ ya da „fedai“ adı ne olursa olsun gerillanın köylü yığınlarıyla bütünleşen organik yapısı, siyasal anlamda halkçılığın olduğu gibi toplumsal kurtuluş savaşının da temel askeri modelini verir. Ekim Devriminde Kızılordununu örgütlenmesi ve iç savaş sırasındasi askeri taktikleriyle öne çıkan Troçki’nin Balkan savaşındaki gözlemleri ve edindiği deneyimlerin büyok rolü vardır; bu dönemdeki gözlemlerinin , deneyim aktarımının “yanlızca 1914 için değil, 1917 için de önemli bir hazırlık olduğunu” belirtir.
Kürdistan‘da gerilla savaşının sonu mu?
Yorumlar
Yorum Gönder