Ulucanlar Cezaevi, Ankara 10.01.1998
Bir yerde okumuştum. Bir İspanyol film yönetmeni, çektiği filmi arkadaşına ithaf etmiş ve filmin jeneriğine şöyle yazmış:
“Hayatında hiç film çekmemiş ama tanıdığım en iyi sinema yönetmenine...”
Bu ithaf, benim sürekli düşünmüş olduğum bir gerçekliğe denk düştü. Boyayla, tualle, resim malzemeleri ile haşir-neşir olduğu halde, ressamlıkla ilgisiz yığınla heveskârın yanında, belki hiç resim yapmamış ya da çok az ürünler vermiş büyük ressamlar olabildiğini biliyorum. Bunlardan biri resimlerini, bir kaç kişinin dışında çok az kişinin bildiği Hocamız Fuat İğdebeli’dir....
Çok değerli ürünler veren ve hayatını resme adayan, bir resim gibi yaşayan Avni Memedoğlu ise başka bir örnektir.
Resim piyasasından uzakta bu iki insanın, doğal olarak çok az tanınması ya da çok iyi tanınanlarca suskunluğa gömülmeleri yadırgatıcı değil.
Gam olmasa gerek...
Zaten pazar için üretilen resmin “sanat emeğinin yabancılaşması” olduğunu en iyi onlar biliyorlar. Yaşadıkları dönemde değişim değeri bulunmayan resimler yaptıkları için sefalet içinde ölen dahi ressamlar, sonradan sanat eseri tacirlerinin en büyük sermayesi haline gelmiyorlar mı?
•
Şu günlerde, emperyalizme karşı mücadelenin sembollerinden biri olan “Che”, bizzat burjuvazi tarafından “meta”laştırılıyor. Bununla kanıtlamak istedikleri şey, kendilerine karşı mücadelenin simgesi haline gelmiş bir ismi bile kendileri için bir kazanç kapısı haline getirebilme yetenekleri olduğunu göstermek olsa gerek. Bu ironinin keyfini yaşıyorlar. Hem ceplerini dolduruyorlar hem ideolojik hanelerine kazanç yazdıklarını düşünüyorlar. Hem de pazara düşmekten kimsenin kurtulamayacağını ilan ederek belki de kendilerince Che’den intikam alıyorlar.
Kuşkusuz alıp-sattıkları, pazarladıkları Che’nin gerçekliği değil, zararlaştırılmış imajıdır sadece... Devrimci romantizmin yenilgisinin sembolü olarak pazarlıyorlar O’nu. Sosyalist entarnasyonalizm savaşının bir kahramanlık, ama sonuçta yenilgiye mahkum bir olanaksızlık olduğunu satıyorlar.. Che’nin reklam pazarına imaj yapılmasının bir açıklaması da şu olabilir. “68 kuşağı” gençliğinin gerçek idolü Che idi. Pankartları, bilidirileri, üniversite kantinlerini, cezaevi koğuşlarını en çok süsleyen şey Che imgeleriydi. O gençliğin bir kısmı 70’li 80’li yıllarda kırılıp döküldü, bir kısmı ise hayata karıştılar, özellikle reklam ajansları ve medyanın aranılan gözde elemanları oldular. Bu kampanyaya o kuşağın bir nostaljisi olarak da bakabiliriz. Fakat bu haliylede sorun yine de bir reklam imajının tüketilmesinden öte bir şey değildir.
İşte bence gerçek ressamlıkla, pazar için yapılan “zanaatkârlık” arasındaki fark, Che’nin gerçekliği ile, bugün kapitalistlerin pazarlamaya çalıştıkları yapay imaj arasındaki fark kadar derindir.
İğdebeli şöyle der:
“Dünyanın en iyi ressamları çocuklardır...”
Ben de bu görüşü benimserim. Çocuklar pazar için üretmezler, piyasanın kurallarından ve beğenilerinden haberleri yoktur. iç dünyaları bu kuralların dürtüleriyle kirletilmemiş, bozulmamıştır. Yönlendirilmedikçe ya da istismar edilmedikçe asla böyle bir şey yapmazlar. Burada vurgulanan çocuk büyüklüğünde bir iç dünya zenginliğini kaybetmemek, arı-duru bir bakış ve sezginin inanılmaz gücüdür. Biliyorum ki İğdebeli ve Memedoğlu içlerindeki çocuğu hiç bir zaman pazara çıkarmadılar...
Bedri Rahmi atölyesinden gelen bu iki ressam, resim sanatının ruhunu doğdukları topraklara taşıyan iki derviş gibidir. O toprakların emekçi çocuklarına sınıf dünyasını taşımayı başarmışlardır.
Akademi ve konservatuar öğreniminin iki uçtan öğrencileri vardır: Birinciler geçim derdi olmayan yüksek sosyete çocuklarıdır. Sanat eğitimini “asalet ve görgü sahibi olmanın bir gereği” olarak gören ebeveynleri tarafından yönlendirilmişlerdir. En fazla “hobi” olarak seçmişlerdir sanat eğitimini. İkinciler ise, yoksul çocuklarıdır. Ömürleri boyunca yoksul kalmayı göze alacak kadar sanata aşık olanlardır. Yüksek öğrenim olanağı bulmuşken bunu kazançlı alanlara, sektörlere değil de sanat eğitimine girmek için gerçekten de iki özelliklik gerekir; ya para kazanmaya ihtiyacı olmayacak kadar tuzunun kuru olması, ya da hiç bir yaşam standardına aldırış etmeksizin salt sanatsal bir üretkenliği yeğleyecek kadar idealist bir kişiliğe, sanatkar ruhuna sahip olmak...
İşte Memedoğlu ve İğdebeli, çok az olan bu ikinci gruptakilerdendir...
•
Gerçi son kırk-elli yıldır akademiler ve konservatuarlar, tiyatro ve bale okullarının hemen hepsi daha büyük bir “mabet”e çalışır oldular. Bu mabet, iletişim teknolojisini de gelişmesiyle daha öne çıkan reklam sektörüdür. Reklam; yani tüketim nesnesinin alıcılara beğendirilmesi için mübah görelen her yol.... Bir malın, bir ürünün, bir çalışmanın, hatta bir düşüncenin “satılması” için, edebiyattan tiyatroya, sinemadan müziğe, resimden grafik sanatlara kadar aklınıza gelebilecek her türlü sanatsal yaratacılık reklamın hizmetine girebilmektedir. Bir süre sonra reklam, sanatsal ürünleri kullanmaktan bir adım daha öteye giderek; sadece reklam için organize olmaya başlar. Sanatsal yaratıcılık artık inanç, felsefi düşünüş ya da ideolojilerden, aşk, kahramanlık gerçeği aramak gibi olgulardan koparak, bir “makarna” ya da “tıraş bıçağı”, bir “araba tekeri” ya da bir “banka”nın tanıtımına yoğunlaşmıştır. Artık ilham kaynağı her türlü “mal” dır, bir “mal tüketim ideolojisi”dir.
Önceleri sanatı, ideolojik prapagandanın bir aracı olarak gören “sol” anlayış, reklam sektörüne geçtiği zaman, “reklam bir malın propagandasıdır. Talep yaratmak, tüketicinin alıcı haline gelmesi için onu kışkırtmak, organize olmasını sağlamaktır.” ilkesinden hareket eder. Başarılı reklamcılar olmalarının sırrı da buradadır.
llkçağın tanrılarının, ortaçağ aristokratları ya da kahramanlarının yerini “post-modernizm” çağında her türlü “mal” almış görünüyor. Bir malı tüketim kastiyla yaratılmamış olsa dahi, her türlü sanatsal üretim, imge çok kolaylıkla reklam malzemesi haline gelebilirler. Tıpkı ihtilalci Che portreleri gib !...
“Sanat sanat içinde mi, sanat toplum için mi?” munazarası bugün çok mahsum kalmaktadır: “Sanat piyasa içindir!”
•
İşte bu çizgide ilerleyen bir anlayışa karşı onlar, tıpkı bilim gibi sanatın da ona ihtiyacı olanlarca geliştirebileceğini öğrettiler çocuklara. Çocuk büyüklüğünde bir iç dünya zenginliği ve çoşku olmadan, sağlam bir dünya görüşü olmadan sanat üretiminin itici bir güçten yoksun kalacağını teoride değil, pratikde anlattılar...
Fuat Hoca’nın bu kavrayışı öğrencilerine taşımakta büyük bir başarı gösterdiğin belirtmek isterim. 1968-1972 yıllarının Erzurum’da çocukların en güzel resimlerini yaptıklarını, keşfedilmemiş resim dehalarının parlayıp söndükleri bir dönem olduğunu rahatlıkla söyleybilirim.
O dönem çocuk resimlerinin hemen hemen hepsinin harikulade güzel oluşlarını, yaratılan sanat ortamına borçluyuz kuşkusuz. Resimle yansıtılan iç dünyanın sadece sihirbaz yeteneğinde, bir kaç resim ustasına ait olmaya bileceğini, kollektif bir özellik olabileceğini de gösteriyorlar.
Resim dersi....
Öğrenciler resim kağıtlarını, kalemlerini hazırlamışlar, büyük bir sukünetle öğretmenlerinin derse girmesini bekliyorlar. Çünük daha önce, “kaynatma ve kaytarma saati” olan ders, öğretmenin sayesinde en ciddi ve derinlikli derslerden biri haline gelmiştir. Fuat Hoca derse girer ve öğrencilere kalem ve kağıtlarını kaldırmaların söyler. “Getirdiği bir öykü kitabını, bir öğrenciye yüksek sesle okutmaya başlar. Ders resim dersidir ama Çehov\'dan gücel bir öykü okumaktadır. Edebiyat dersinden daha anlamlı geçmektedir resim dersi.
O gün öğrenciler , edebyiatla resmin müthiş akarabalığını keşfederler. Çehov’un anlattığı bir resim atmosferidir aslında. Boyayla çizgiyle kurulabilecek bir dünyayı o, sözlerle imgelerle yaratmıştır. Daha sonraları da yine dersde bir çok kere daha öyküler, şiirler okundu. Sanat yaratıcığılının dünyası malzemelerle sınırlı kalmıyordu. “Sen resminde edebiyat yapıyorsun, şiir yazıyorsun” diyen hocanın ne demek istediği şimdi daha iyi anlaşılıyor.
Bir başka gün resim atölyesinde yine boyalar hazırlanmış, tuallerinin başına geçmeyi bekleyen öğrenciler, pikaptan yükselen Çavkovsky ya da Beethoven’i dinlerler uzun uzun. Kimileri için zoraki, kimileri için dersin “kaynaması” anlamına gelen bu müzik aslında renkler ve sesler dünyasının ortak tadını aldırmaktadır öğrencilere.
Sanatsal yaratıcılığın bütün biçimlerinin akraba olduğunu öğreniriz. Renklerin derinliği ile heykel hacimleri; halı ve kilim ipliği ile seramik çamuru arasındaki dostluk; fotoğrafla resmin düşman kardeşliği..
Tabii emek... Sanat emeği.... İş disiplini...
Matematiksel bir tutarlılık, denge ve emek disiplininin ciddiyetiyle yaratıcılığın uçarı, hercai, ütopik yanlarının birleşen çatışan diyalektiği.
Ardından resim tarihin ana hatları, gelişen resmin çizgileri... Krallar, imparatorlar, melekler ve aziz resimlerinden, sıradan insanların, sıradan konuların işlendiği resimlere geçiş. Resim tarihine bakarak da çok açıkca izleyeceğimiz bir sınıflı toplumlar tarihi bu...
Bu ortamda çok iyi ressamlar yetişti Fuat Hoca’nın atölyesinden; Halim, Feridun, Hüseyin, Mustafa Naci, Mithat ve daha niceleri... ama bu ressamlar kuşağının ortak özelliği içlerindeki çocuk büyüdükçe resim yapmaktan vazgeçmeleri oldu. Ya da resmi yaşamayı öğrendikçe resim üretmek daha az önemli oldu onlar için diyebiliriz. Sanat dünyasının o büyülü iç bağını kimi ressamlarımız hemen edebiyat dünyasına taşıdılar; Feridun Andaç ve Hüseyin Haydar bunlardan ikisidir.
Diğer arkadaşların da şu anda resim yapmıyor olsalar bile tanıdığım en ressamlar olduklarını rahatlıkla söylebilirim. Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki, Fuat Hoca o dönemde öğrencilerine ders düzeyini aşan bir atölye kültürü, akademik bir eğitim vermiş.
Öğrencilerinin resimleri 1969 yılında İstanbul-Taksim sanat Galerisinde sergilendiği zaman sergiyi gezen Yaşar Kemal, rahmetli Bedri Rahmi Eyüboğlu’na çocukların resimleri hakkındaki düşüncesini sorar :
“- Ne diyorsun hocam, talebeler bu resimlerle akademiye girebilirler mi?”
Bedri Rahmi cevap verir:
“- Ne girmesi, mezun olurlar!”
Öğrenciler o dönemde evrenselle yerel kültürün diyalektiğini de keşfediyorlar. Köylü çorabının nakışlarından, anamızın yazmasına; kilimlerimizden, cacımlarımızdan duvarlara asılan süslere kadar halk sanatının anonim yaratıcılığıyla evrensel kültürler arasındaki bağı görmek yeni ufuklar açıyor.
Belki çok garip gelecektir ama, Fuat Hoca’nın en çok sevdiği ve değer verdiği resim, bir halk kahvesinde ihtiyarın birinin Yenice paketinin arkasına zabıt kalemiyle çizip unuttuğu bir resimdi. Yetmiş-seksen yaşlarındaki bir ihtiyarın çizdiği bu resim, iri kara gözleri, sıhhatle bükülmüş dudağı ve gülümsemesiyle belki de platonik sevgilisini tasvir eden bir kadın portresiydi. Can sıkıntısı resmi diye kaldırılıp atılabilecek bir resmi hoca çok önemsemişti. Büyütüp reprödüksüyonları bile yapılmıştı. Biraz da alaycı bir edayla dinlediğimiz çözümlemeler, aslında resim yapmak/güzel resim yapmak için, bunu meslek edinmiş olmanın, üstelik akademik kariyerin gerekmeyip, sadece resmi yaptıran o iç dünyasına, estetik duyarlılığa sahip olmanın yeterli olduğunu anlatıyordu bize...
Bu örnekle varılan bir gerçeklik de, basit görülen bir çizimde bile koca koca dünyaların yatabildiğidir, onları çözümleyebildiğimizdir. İğdebeli’ne göre, o portredeki gülümseme, Mona Liza’nın belli belirsiz gülümsemesi ve asaletli sükunetinden daha çok anlamlı ve gerçekti...
Ve elbette bunların hiçbiri politik gerçeklik dışında düşünülemezdi. Toplumun sınıflara bölünmüş olmasının bilincine varmak; toplumsal gelişmenin yasaların bilincine varmak ve kaderin değiştirilebileceğini anlamak... Derin bir hümanizmadan kaynaklı sosyalizm bilinci sanat ortamımızın ayrılmaz bir parçasıydı. Yoksa sanatçı ne denli yetenekli olursa olsun, egemen sınıfların/sistemin/ süs ve haz üreticisi olmaktan öteye gidemeyecekti...
•
O ekolden yetişmiş bir öğrenci olarak benim serüvenim ise daha farklı oldu.
Plastik sanatlarla, edebiyat ve politik mücadele dünyası......
Çoğu kişi için kesin sınırlarla ayırtedilebilen, aynı yaşama sığsa bile aynı ana, aynı ortama sığdırılamayan bu dünyalar benim için hep içe, hep yanyana varoldu. Tüm bunların hepsi tutarlı bir dünya görüşüne sahip olmak ve hayatın içine bir nesne olarak değil, özne olarak katılmak isteğiyle yakından ilgilidir.
Sanat ve edebiyatı poltik mücadeleden bir kaçış olarak düşünenlerin tam tersi bir gerçeklik bu. Üstelik sanat ve edebiyatı politik mücadeleden ayırt etmese bile birazcık ayrıcalığı olan ve kıyılarda olduğunu düşünenler, olguya her iki yönden bakanlar arasındada var.
Politika merkezli bakanlar, sanat ve edebiyatı en fazla ”iyi bir araç” olarak gördüler. Sanat-edebiyat merkezinden bakanlar ise politikaya, bulaşılmak zorunda kalınan ama yine de ortamı kirleten dışsal bir olgu olarak yaklaşmak eğilimindeydiler. Bu, her iki yerden bakanlar için de bir yabancılaşma durumudur. Estetik duyarlılıkla, politik bilinç neden birarada bulunmasın? Birbirlerini karşılıklı etkileyip derinleştirme yeteneğindeki bu olguların sentezinin kazandıracağı güçten neden kaçınılsın?
Politikayı sadece bir iktidar mücadelesi olarak darlaştırdığınız zaman böyle bakılınca ateşli silahlar tüm düşünce ve kavramların yerini alır. Oysa, yaşamın gerçekliği de, politikanın gerçekliği de bu değildir.
Sanat dünyasının bütün yaratıcı etkinliklerini, politik alanda en çok boş zaman uğraşı veya kişisel hobi değeri verilmesi aslında gerçek bir fukaralıktır. Sömürge bir ulusun kurtuluşu davasını ya da sosyalizm ütopyası için mücadeleyi büyük bir sanat olayı olarak da algılamayan böyle düzenlemeyen bir anlayış ne kadar yaratıcı, değiştirici olabilir ki?
Ben bir çok destanı, romanı, şiiri, resmi, filmi ya da fotoğrafı izleyici olarak seyretmek yerine yaşamış olmayı tercih ediyorum. Sanat anlayışım biraz buna denk düşer: Yansıtmaktan önce yaşamak... Sanatı yaşam, yaşamı sanat haline getirecek o büyülü alanda durmak. Bazen bir roman, bazen bir destan karekteri olarak; bazen yaşamın özgün bir rengi, bazen farklı bir tını olarak yaşama renk katmak, dünyanın her gün yeniden kurulmasında rol almak; o dünyayı sanatsal bir tarzda yaratmaktır hayata katılmak. Belki herkes bir tablonun, bir orkestrasyonun, bir film veya tiyatronun herhangibir ögesidir sonuçta. Ama acaba ne kadar bunu farkındadır ve ne kadar toplumsal siyasal bilinç ve estetik duyarlılıkla katılmaktadır hayata? İşte bütün sorun bu ayrımın farkında olmaktır bence..
Resim yapmakla, resmi yaşamak arasında biri diğerine tercih edilemeyecek bir ayrım olduğunu düşünüyorum. Aslında bu tüm sanatsal alanlar içinde geçerlidir.
Nedir bu ayrım? Estetik duyumu, bizim konumuzda resim duyumunu hayatın her alanında, hem algı, hem yansıtma hem de yorumlama olarak içselleştrebilmektir. Hani şu biraz da revaçta deyimle “ilham perisi” falan denen şeyin, estetik duyum ve yaratıcı güdünün buluştuğu alanın bir yaşam tarzı, bir yaşam felsefesi gibi insanın organik bir özelliği haline gelmesidir.
Resim sanatsal bir dildir; renkler ve biçimlerle duyumsanıp yeniden kurgulanarak yansıtılan bir dünya... Sanatçının kullandığı dil/tarz, çok tanıdık ve izleyicisi ile hemen iletişim kurabilen, bir dil de olabilir; yepeni, oldukça özel üslup, alışılmadık bir biçim de... Bir bakışta herşeyi “anladığını” sanan bilgiçler kadar, hiçbirşey anlamamak konusunda müşkülpesent olanların estetik duyum için biraz daha çabalamaları gerekecektir. Bunun diğer bir adımı da “hoşlanmak” ve “anlamak” arasındaki bağı keşfetmektir. Sanat galerilerinde, müzelerde, yayınlar veya özel kolleksiyonlarda belki binlerce resim, kendisini anlayacak veya hoşlanacak -iletişim kuracakları- dostlarını bekliyor olmalılar.
Resim yapmak bir sanat olayıdır son tahlilde. Ama “resmi yaşamak” bir adım öteye giderek yaşamı sanatsal kılmaktır. Resmi yaşamak, bakarken gördüğünüz, algıladığınız tüm olguların, biçimlerin düzlem üzerinde değil, uzayda ve zamanda algılanmasıyla başlar. Bir insan eline baktığınızda onun içerdiği koca bir yaşamı algılamayamıyorsanız, çevrenizdeki hiçbirşeyi görmüyorsunuz demektir. Çevrenizdeki onlarca yüz, hepsi anlaşılmayı bekleyen eşsiz portrelerdir. Portrelere bakarken bir şey hissetmiyorsanız veya kolayca anlaşılabilir buluyorsanız, insan yüzlerinin, ellerinin ayaklarının anlattıklarından da bir şey anlamıyorsunuz demektir. Her insan yüzü, bakılmaya doyulamayacak kadar eşsiz portrelerdir. Üstelik her ışıkta, her biçim değişikliğinde ve psikolojik dışavurumu ile birlikte. Böyle olunca bir hapishane koğuşunda büyük, güzel ve devingen bir tablonun içinde yaşamak mümkün hale gelir. Bu subjektivizm değil dünyayı algılamak biçimidir.
Bu algı ve duyum zenginliğinin kısa sürede yaşam felsefesini de derinden etkileyen bir unsur haline geleceğinden kuşku duyulmamalı. Yaşamın bütün renk ve biçimleri, anlamlı bütünler olarak dünyamızda yer ettiği zaman, bunun insanlara ve doğal çevreye karşı tükenmez bir aşka dönüşmesi kaçınılmazdır. Sıradan hatta sıkıcı bir otobüs yolculuğu bile elleri, yüzleriyle, sayısız canlı portrelerin /tiyatro yada film karekterlerinin/ devindiği, camlardan tabloların geçtiği, bir sanat galerisi ziyafetine dönüşebilir. Tıpkı, bir edebiyatçının roman karekterleriyle birlikte oturup kalkması, yaşaması gibi bir şeydir bu.
Ama tüm bunlar henüz tam anlamıyla resmi yaşamak değil. Resmi yaşamak için böyle bir algı düzenine sahip olmak, mutlak gereklidir. Ama yeter şart değildir; biraz daha ötesi gereklidir. Bunun ötesi yaşanılan o resmin yaratıcı bir ögesi, vazgeçilmez bir rengi veya biçimi oluşturmaktadır.
Tıpkı bir tiyatro oyunu seyretmekle, ona katılmak gibi bir şeydir bu. Tabloyu, fotoğrafı, oyunu seyreden değil içinde yaşayan; yalnızca yaşayan değil içinde bir özne olarak varolunabilmek, böylece tablonun kendiliğinden oluşturduğu görüntü yerine kendinizi de malzeme olarak kullandığınız ve diğerlerini de aktif olarak etkilediğiniz sanatsal bir yaratıcılık ortamı oluşmaktadır.
Nasıl insan, politik bir özne olarak yaşamın içinde/mücadelenin içinde yer alarak, onu bir özne olarak dönüştürmeyi önüne koyabiliyor ve bunun için de yaşanılan dünyayı bilinç düzeyinde algılayıp yorumlayabilmesi gerekiyorsa; insan, içinde yaşadığı ortamın sanatsal bir öznesi de olabilir ve bu da sanatsal bir algılayış ve duyum gerektirir. Her ikisinde de izleyicilik ve yansıtıcılıkla ona katılmak ve değiştirmek arasındaki temel niteliksel ayrım vardır. Siz yaşamın hangi rengisiniz, hangi tınısı olmaya çalışıyorsunuz? O eşsiz tabloya nasıl bir çizgi ve renk yoğunluğu olarak katılıyorsunuz? Ve bunun ne kadar bilincindesiniz?
Şimdi burada sadece resim malzemelerini ve tuali önüne alıp, hüner göstermek, kendini avutmak ya da pazardaki alıcısına göre ‘pazar için’ bir takım şeyler üretmek artık geride kalmıştır.
Hiç film çekmemiş ama dünyanın en iyi sinemacısı işte bu tarafta durur. Belki bu, çok fazla içe kapanma ve sofistike bir durumdur. Belki sanatsal yaratıcılığı platonik bir tarzda idealize ederek, bir tür yabancılaşmadır. Belki yapay ve hazır işi zanaatçılığa karşı bir tür tepkidir.
Ben, resmi yaşamanın resim yapmaktan daha derin ve saygın bir düzey olduğunu düşünüyorum. Bununla beraber; o sanat dünyasında keşfedilen şeylerin akıl ve duygu prizmasından geçirilerek yansıtılmasından da vazgeçilemeyeceğini düşünenlerdenim.
O ışığın birileriyle buluşacağı kesindir; sanatsal iletişim de budur.
Gelawej.com
|
Yorumlar
Yorum Gönder