Değerli Rizgari forum okurlarına,
Recep MaraşlıTarih, gün ve saat : 11. Ağustos 2002 20:44
Hiç kimse „Tek adam, Tek şef, Tek İdeoloji“ kültürünü hep başkasında aramasın.. Şeflik kültürünün, monolitik örgütlenmenin tek bir örneği yok.. Fırsatlar ve olanaklar yakalayamamış o kadar çok „Serok“ heveslisi var ki..
Bu nedenle de ben talepleri bir de içe yöneltmek istiyorum. Kendi kendimize.. Biraz aynaya bakarak.. Önce kendi kendimizden, eşimizden, yoldaşımızdan, arkadaşımızdan, kendi örgütlerimizden başlayarak talep edelim; ÖZGÜRLÜK, İÇ BARIŞ ve DEMOKRASİ!
Bir süredir Mümtaz Kotan’ın Kemal Burkay’a cevap yazısı ve Murat Satık’ın çağrısı üzerine gelişen yazışmaları izlemekteydim. Doğrusu bu yazılanlar dolayısıyla Burkay ve Kotan da dahil olmak üzere İsmail Beşikci ve Şerafettin Kaya gibi daha nice insanımızın haketmediklerini düşündüğüm bir biçimde rencide edildiklerini söyleyebilirim. Bu arada 60’li yıllardan beri süregelen amansız bir mücadelenin şu veya bu biçimde aktörü, kahramanı, mağduru olmuş bütün bu kişilerin neredeyse kötü ve değersiz birer figürlermiş gibi karalanmalarını en azından kendi tarihimize karşı yaptığımız bir haksızlık olarak görüyorum.
Son yıllarda özellikle PKK sürecinin değerlendirilmesinde de doğruları ve yanlışları titizlikle ayıklamak yerine toptancı karalamayla inkar edilmesinin, nice emeklerin, destansı direnişlerin de bizzat kendi elimizle “sömürgeciler adına yürütülmüş savaş” diyerek onlara hediye edilmesinin, nasıl canımı acıttığını anlatamam. Adeta kendi mücadele tarihimize karşı acımasız bir inkarcılık dönemi başladı. Toplumsal, siyasal ve tarihsel olgular abartılı bir biçimde kişiselleştiriliyor, kişilik özelliklerine indirgeniyor. Eskiden yapılan hemen herşey kötüydü, herkes hastalıklı, herkes zaaflıydı. Neden kendi kendimize karşı bu kadar acımasız, kin dolu olduğumuzu anlayabilmiş değilim. Tabi bunun sosyolojik, psikolojik izahlari var. Ama bunlar bana yetmiyor, çünkü bu işin tarafları herhangi birileri değil, bu işlerde yıllarını vermiş, teori yapmış, pratik göstermiş birçok şeyi bilen gören insanlar.
Son yırmı yıl içinde onbinlerce gencimiz inandıkları dava uğruna gözlerini kırpmadan, siyasetin nankörlüklerini de bilemeden ölümün kucağına atıldılar. Şimdi çıkıp birileri biz “boşuna savaştık” diyor, diğerleri de “hayır siz boşuna değil sömürgeciler için savaştınız” diyor. İnanilmaz bir şey! Onbinlerce insanımızın emekleri, inançları ve mücadeleleri hakkında bu kadar inkarcı konuşanlar, bir bakıyorsunuz ki kendilerine yönelik en küçük imaya karşı bile o kadar duyarlılar ki!. Herkesin kendilerine yönelik bu haksızlığı kınamak üzere ayağa kalkmasını bekliyorlar. Doğrudur, haklarıdır.. Ama kendimiz için istediğimiz hakkaniyet ve adaleti diğerleri için de gözetmemiz gerekmiyor mu? İnternet forumlarında olsun, kimi yayın organlarında olsun bu süreci değerlendiren öyle yazılar okuyorum ki, bazen kulaklarıma kadar kızardığımı hissediyorum. Üstelik bu tür yazıları bir de kendileri de bu işe emek vermiş, çile çekmiş- arkadaşlarımız, abilerimiz, ablalarımız yazmiş olmasın mı?
Politikada, özelliklede örgütlerde yetki kullanmış, sorumluluklar yüklenmiş tüm insanların ciddi bir özeleştiri içinde olmaları gerektiği inancındayım.Bunun gereğini yerine getiren çok az kişi var. Özeleştirinin kavramsal içeriği hakkında uzun uzun bir şeyler yazmak bu yazının konusu değil. Ama ne yazıkki böyle bir özeleştiri ihtiyacı içinde olması gereken herkesin bugün söylediği tek şey var; “Tarih beni haklı çıkardı, tarih beni doğruladı.” ! Tarihin birbiriyle bu kadar çelişen insanların hepsini birden haklı çıkarması da ilginç tabii..
Belkide egemen siyaset kültürümüzü aşamayışımız, bizi aşıp başımızı yemeye başladı. Hani derler ya “Kar kudurdu, sermayeyi yedi!” Belki de örgütlenme anlayışlarımızı, yöntemlerimizi ve siyaset tarzlarımızı hızlı bir biçimde yenilememiz gerekirken, bu yeteneği gösteremeyişimiz süratle bizleri hergün biraz daha ufalamakta..
Son popüler tartışmada benim de tanığı olduğum gerçeklikler konusunda bir şeyler yazmam gerektiği yolunda bir çok dostumdan, arkadaşımdan öneriler, çağrılar aldım. En son da sevgili Riza (Dinç), Murat’la ilgi haksız belirlemeler konusunda benim de yazmam gerektiğini hatırlattı. Doğrudur. Şimdi siyaset tarzı ve yöntemleri bakımından çok farklı yerlerde olsak bile, zorlu mücadele yıllarında hesapsız kitapsız biçimde sırsırta verdiğimiz, her şeyimizi paylaştığımız arkadaşların gerçeklikleri konusunda tanıklık yapmak gerektiğinde bunu yerine getirmek en başta bize düşer.
Aslında tanıklığını yapma borcum olan pek çok şey bırıktı. Bu süreçte haksız belirlemelerin mağduru olan keşke sadece Murat olsaydı.. O kadar çok insan varki rencide edilen.. Üstelik mağdur olanla mağdur edeni, zalimle mazlumu eşitlememek gibi de bir kaygımız olmalı değil mi?. İşte paradoksal düğümün en zor yanı da bu. Bir olayda, bir konuda kendisi mağdur ve mazlum olan kişi bir başka konumda ve olayda ise bakıyorsunuz bir başkasının celladı, zalimi oluvermiş! Mümtaz Kotan’ın haksızlığa uğradığını düşünerek Kemal Burkay’a cevap yazarken kendisinin de bir dolu eski arkadaşını, yoldaşını kirip dökmesi bunun en yakın örnegi değil mi? Örnegin PKK sürecine muhalif olanların uğradıkları haksızlıkları eleştirdiğini tavır aldığını söyleyen örgütlerin veya kişilerin bir çoğu da bakıyorsunuz kendilerinden şu veya bu nedenle ayrılan ve yıllarca cezaevinde kaldıkları arkadaşlarını hemence “hain, namussuz” ilan etmekte hiç tereddüt etmiyorlar. “Örgüt kararidir, görüşmeyin, evinize almayın, yardım etmeyin” diyerek bu insanların sosyal ve siyasal olarak tecrit edilmesine çalışabiliyorlar. Ben bunların da tanığıyım. Peki ne oldu şimdi? Herkes kendi incinmişlik, haksızlığa uğramışlık duygusu içinde bir diğerinin canını sonuna kadar yakmayı, ama sadece kendi sesine kulak verilmesini bekliyor.
Aslında tanıklık gereken her olgu karşısında en azından kendi adıma moral bir sorumluluğum olduğunun bilincindeyim. Örneğin başkalarının canını çok yaktı diye birinin dövülmesini, şiddet kullanmasına sessiz kalmak da doğru değil. PKK sürecine muhalif arkadaşların maruz kaldıkları haksızlıklara karşı, tehlike ve tehdit altında olanlar için mutlaka bir şeyler yapılmalı. Öte yandan benim bu sürecte en çok hakarete uğradığını, mağdur edildiğini düşündüğüm kişi “Onaltı Yaşındaki Bir Gerilla”dır. O benim için çok şeyi ifade ediyor, ülkemizin yakın geçmişi, bugünü ve geleceğini. Herkesi bu 16 yaşındaki gerillaya takındıkları tavra ve 16 yaşındaki gerillanın duygu ve düşünce dünyasına gösterdikleri saygı ve duyarlılığa göre değerlendirmeye çalışıyorum.. Ama hepsi için ayrı ayrı yazmak, birini öne çıkarıp diğerini atlamamak, birilerinin tanıklığını yapayım derken bir başkasını mağdur etmemek gerek. Belki insanların çok özel anlarını, belki sadece size açılmış zayıf yanlarını, duyarlılıklarını kırıp dökmemek, pazar malı gibi orta yere yaymamak gibi endişelerim oluyor. Belki her bir olay için bir şeyler yazmak gerekirdi. Son biriki yıldır okuyucuyla paylaşacağım güncel şeyler yazmadım. Bu yazıyla da konu hakkında en azından duygularımı yansıtabildimse ne mutlu.. Şu yazı asanların kimin kim, olduğunu pek de belli olmayan, daha çok birbirinin canını yakmak için yazıların yazıldığı forumlara yazmak da içime bir türlü sinmedi nedense.
Örnegin, şu sanal ortamlar, forumlar, web sayfaları bile bir iktidar; egemenlik alanı olarak görülebiliyor. Sık sık “burası bizim yerimiz” diyen ya da nüans olarak bile farklı bir şeyler yazanları azarlayıp rencide eden ve onların formu terketmesini de neredeyse “zafer” olarak gören yazıları görünce umutsuzluğa ve paniğe kapılıyorum. Bırakalım misafir olarak bazen yazı asanları, örneğin Rizgari formunun kurulması ve bugünlere getirilmesinde yogun emeği bulunan A.Refik bile böyle bir hoşgürüsüzlüğün kurbanı olmaktan kurtulamadı. Sık sık rencide edilmenin sonucunda formu terketmek zorunda bırakıldı. Daha şu popüler tartışma konusunda bile Bekiri Telli ismiyle yazan (gerçek ismi olup olmadığını bilemiyorum) kişinin de kendine özgü değişik düşüncelerinin de aynı hışma uğradığını gördüm ve üzüldüm. “Canım biz de kendi görüşümüzü söylüyoruz küsen küssün” denilebilir mi? Üslup konusuna çok önem veriyorum. “Canım üslüp önemlidir ama asıl olarak muhtevaya bakmak gerekir” denir çoğunlukla. Yanıltıcıdır oysa. Çünkü kullandığımız dil, izlediğimiz yöntem asıl olarak muhtevamızı da ortaya koyar. Belki içinde olanlar görmüyorlar ama forumda genel bir alkışlama ya da yuhalama havası egemen. Ya alkışlamak ya da yuhalamak, yani tezahürata katılmak için davet alıyorsunuz. Tezahürata katılmayıp farklı bir şeyler söylemek isteyenler ise fena halde azarlanıyorlar. Bizim bu anti-demokratik fikri baskılandırmalara da karşı çıkmamız gerekiyor. Bu yüzdendir ki buralara yazmak içimden gelmiyor. Bu da foruma astığım ilk yazım, dilerim sonuncusu olmaz.
Karanliklarda durup yüzünü örterek söz söylemeye yabancıyım. Söylediklerimin, yazdıklarımın arkasında durmaya, bedellerini ödemeye (ç)alıştım hep.. Yine de “okuyan yazandan arif gerek” diyerek niyetimin ve duygularımın okurlar tarafından mazur görüleceğini umuyorum.
Murat arkadaşın tanıklığını yapmam gereken konuya gelince:
Aslında Mümtaz Kotan’ın söz konusu yazısında “polisle dirsek teması var”,”Darbeci bayların polisin koridorlarına hızla akıttıkları bilgiler ve teslim ettikleri belgeler” türünden eski yol arkadaşlarının tümüne karşı anonim ya da kollektif bir suçlama var. Bu anlamda tanıklığın töhmet altında tüm arkadaşları içermesi gerekiyor. Böylesi bir suçlamadan bütün arkadaşları tenzih ederim. Murat’ın özel durumuna gelince: Çok gönül rahatlığıyla söylemeliyim ki Murat’ın polis ifadesi yüzünden tutuklanmış, gözaltına alınmış, ya da mağdur olmuş ben dahil bir tek kişi dahi yoktur. Tersine Murat arkadas soruşturmadaki direncli tavrıyla da, cezaevlerindeki tutumuyla da diğer arkadaşlara moral destek olmuş, onların özgüven ve direnclerini artırmıştır.
80’li yıllardaki tutuklamaları giyaben biliyorum. Ama 1994 yılındaki operasyonda birlikte gözaltına alındık, birlikte sorgulandık. Nuran, Fahriye, Ergül, Yüksel, Ergün, Sadiye de sorguya alınmışlardı. Birlikte açlık grevi yaptık; Rıza’nın da hatırlattığı gibi Av.Eren Keskin ve Av.Ercan Kanar’la bizi şube ziyaretine geldiklerinde sorgu timinin yüzüne karşı işkence altında olduğumuzu duyurmuştuk. Hatta polisler sorgu sırasında benimle Murat’ı yüzleştirdiler. Yüzleşmek deyip geçmeyin, insanın kendisiyle bile yüzleşmesi zordur. Biz Murat’la sonraki yıllarda sakıncasızca birbirimizin yüzüne bakabildikse, poliste de yüzleşebildiğimiz içindir. O operasyonlarda başka insanların tutuklanması bir yana Murat, Nuran, Fahriye, Ergün ve Sadiye gözaltından saliverildiler.
Birkaç ay sonra firsat kollayan polis Murat’ı yeniden gözaltına aldı, bu kez İzmir’de. Bu davanın soruşturmasının da tanıkları var. Murat’ın hiç ifade vermediği biliniyor. O dönem Buca’daki cezaevi tavrımızın onurlu ve direnişçi olduğunu o dönemdeki PKK, DHKP, TKİB, Ekim tutsakları da her zaman övgüyle anmıslar.. Murat’ın tahliyesinin şaibe konusu yapılması da son derece üzücüdür. Koğuş baskınlarında belinin kırılması, sağlık raporlarının olması bir yana, dosyada yeterli delil olmaması, zaten hiç tutuklanmaması gereken bir kişinin tahliye edilmesi de normal değil mi?
Bence yazılanlar içinde daha vahim olanı ise Mümtaz Kotan’ın, yıllar sonra Murat Satık’ı işkence ve sorgulamalarda kabul etmediği iddialarla suçlamasıdır. Bir yandan bu insanların Türkiye’ye dönüş yapabileceklerini söylerken, hemen ardından o insanı Kürdistan’la ilgili radikal iddiaları bulunan bir grubun lideri olarak afışe etmeye çalışmak ne anlama geliyor? Doğrusu bunları okurken insanın kanı donuyor. Bu tür yaklaşımların devrimci demokrat kamuoyu vicdanında mahkum olacağına inaniyorum.
Peki biz polis karşısında başarılı mıydık, yanlışlarımız olmadı mı, hiç yara almadık mı, zarara uğramadık mı? Uğradık elbette ama bunlar daha çok sınırlı olanaklarımız, her şeye yetışme telaşı içinde, bazen yetersizlikten, bazen dikkatsizlikten, bazen alışkanlıklardan oluşan yanlışlardı. Buna karşın moral ve siyasi açıdan başaılı olduğumuzu rahatlıkla söyleyebilirim. Son derece modern araç gereçler, finansman ve olanaklar karşısında, terör timlerinin takibi, tehdidi, izlemesi ve sürekli saldırıları altında meşruluğunu savunduğumuz açık bir mücadele vermeye çalıştık. Polis karşısında adeta iman kuvvetiyle durduk. Bürolarımız açıktı, evlerimiz, işyerlerimiz, kimliğimiz açıktı. Dolayısıyla polisin ortaya döktüğü, gizliyken öğrendiği şeylerden çok, var olanı gizemli bir biçime dönüştürüp, meşru mücadele araclarımızı kendi siyaseti gereğince suç ilan ederek bizleri terörize etmeye çalışmasından sözedebiliriz ancak. Eğer o dönemde bir kaç arkadaşımız faili meçhule kurban gitmediyse biraz şansla ilgiliydi o kadar. Son tahlilde şunu söyleyebilirim, o dönemde alandaki tüm arkadaşlar olarak mütavazi bir meydan okumayla, attıysak kendi canımızı tehlikeye attık, ama asla başkalarınınkini değil!
Bu mücadelede kendimi bildim bileli 30 yıldır sanığım, hep yargılanıyorum. Ve sonunda rahmetli Musa Amcanın dediğine geldik. Ne demişti: “Bu memleketin elli yıllık siyasetinin, girdisinin çıktısının sanığıyım, tanığıyım, davalısıyım, davacısıyım.” Benden çok ender olarak tanıklık yapmam istendi. Kendi adıma ancak şu sözü verebilirim: aramdaki ilişki ve politik mesafe ne olursa olsun, veya diğerlerinin birbirleri arasındaki ilişki ne olursa olsun herkesin tanığı olduğum gerçekliklerinin ama daha çok ve tercihen de savunma tanığı olmaya hazırım.
Bu vesileyle tüm Kürdistanli örgüt, parti ve gruplara bir mesaj iletmek istiyorum. Talepleri bir de içe doğru yöneltmek.Sömürgecilerden, düşman gördüklerimizden değil. Kendi kendimizden birşeyler istemek.. „ama“sını „eğer“ini, „yoksa“ sını başkalarının sırtına yükleyemeyeceğimiz, yerine getirilip getirilmemesinden tamamen kendimizin sorumlu olacağı istekler...Bu talebimi de öncelikle ve özellikle „örgütlerimize“, „kurumlarımıza“ yöneltmek istiyorum.
Neden?
Çünkü, bireyin hak ve özgürlükleri ile, kollektif kimliklerin hak ve özgürlüklerinin birbirinin alternatifi olmadığını, siyasal tarihin bunu kanıtladığını düşünüyorum.
Çünkü, ülkelerinin özgürlüğü ve uluslarının bağımsızlığı ya da toplumsal, demokratik istemler için örgütlenmenin zorunluluğuna inanarak örgütlenen, örgütlere güç veren insanlarımızın büyük bir paradoks yaşıyarak önce bu örgütler içinde özgür kişiliklerini yitirdiklerini, bağımsız düşünmeyi ve demokrat olmayı terkettiklerini düşünüyorum.
Çünkü, „özgürlük“, „bağımsızlık“, „demokratik haklar“, „toplumsal eşitlik“ gibi istemler uğruna mücadele etme iddiasındaki örgütlerimizin, ne yazıkkı kendi bünyelerindeki insanların kısa zamanda “iradeye” boyun eğmesini erdem haline getirdiklerini, inanmadığı şeylere inanmış gibi hareket eden, kendi bağımsız düşüncesini açıklamaktan çekindiği gibi, değişik düşünce ve bakış açılarına sahip olanlara da alabildiğine düşmanlaşan bir „örgütlü köle“ tipolojisi yarattıklarını düşünüyorum.
Çünkü, alternatif bir model sunması gereken sosyalist, demokratik örgütlerimizin, kapitalist sistemin toplum üzerinde uyguladığı şiddet mantığı ve teknolojisini başka ideolojik gerekçelerle yeniden üreterek içe doğru aynı acımasızlıkla uyguladıklarını düşünüyorum.
Özgürlük isteyen kadınlar ne yazıkki bu örgütlerde sadece „mutfak değistirmiş“ oldular?. Evin mutfağından örgütün mutfağına..
Toprak Ağalarından, patronlardan, din ulularından, bürokratlardan özgürleşmek umudundaki gençler, bu örgütlerinde kendi elleriyle yeni „ağa“lar“, „abiler”, „ulu kişiler“, yeni patronlar yarattılar. Toplumu diktatörlerden, şeflerden, müstebitlerden kurtarmayı başaramadı ama her örgüt kendi başına yeni bir diktatör dikmeyi başardı.
Toplumsal gelişmenin önünü kesen doğmalar, tabular, yasaklar yetmiyormuş gibi bir de her örgütümüzün kendine özgü onlarca yeni doğması, yeni tabuları yeni yasakları oluştu. Topluma açıklık getirmek iddiasındaki örgütlerimiz, „gizlilik ve örgüt disiplini“ adına bir yığın haksızlığın örtbas edildığı, „aile içi şiddet“ in gizlendiği kara kutular haline geldi.
Kendimizi özgürleştirmek için yarattığımız örgütlerde neden önce kendi özgürlüğümüzü öldürdük? Zincirleri kırmasını umduğumuz örgütlerimiz neden kendi elimizi ayağımızı bir kez de kendisi zincirledi? Toplumsal demokrasiyi hazırlamasını düşündüğümüz örgütlerimizin içinde neden demokrasinin esintisi bile duyulamadı?Örgütlerimiz „sayın“la „hayın“ arasındaki uçurumu neden kıldan ince bir ayrım haline getirdiler? Birlikte göğüslenen nice belalara karşın Yol arkadaşlıkları nasıl kolayca kanlı düşmanlıklara dönüştürülebildi? Sırt sırta ölümü karşılayan insanlar, bir sabah kalktıklarında birbirlerinin düşmanı olduğuna nasıl inanabildiler?
Bütün bunları Kemalizmle, TC‘yle, Saddam Hüseyin’le, Fasizm’le, Stalinizm’le açıklayıp yuvarlak laflar etmenin anlamı yok! Bunların sorumlusu, sebebi biziz, çözümü de bizde duruyor.. Her yanlışımıza kutsal bir gerekçe bulmak sonucu değiştirmiyor ne yazıkki? Hepimiz bu mozayiğin birer taşını boyadık.. Ortaya bu manzara çıktı. Değiştirmek için de hepimizin bir şeyler yapması gerek.
Hiç kimse „Tek adam, Tek şef, Tek İdeoloji“ kültürünü hep başkasında aramasın.. Şeflik kültürünün, monolitik örgütlenmenin tek bir örnegi yok.. Fırsatlar ve olanaklar yakalayamamış o kadar çok „Serok“ heveslisi var ki..
Bu nedenle de ben talepleri bir de içe yöneltmek istiyorum. Kendi kendimize.. Biraz aynaya bakarak.. Önce kendi kendimizden, eşimizden, yoldaşımızdan, arkadaşımızdan, kendi örgütlerimizden başlayarak talep edelim;
ÖZGÜRLÜK, İÇ BARIŞ ve DEMOKRASİ!
Selamlar sunuyor, başarılar diliyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder