Ekim Devriminin Sovyet Bürokrasisinden Kurtuluşunun 10. Yılı

Bu yıl aslında Ekim Devrimi’nin 80. yılı....


Ama ben asıl olarak Ekim Devrimi’nin “Sovyet” Bürokrasisinden kurtuluşunun 7. yılını kutlamak istiyorum. Çünkü 90’lı yıllardan beri Moskova Kızıl Meydanın’da, militarizmin resmi geçit yaptığı; Kremlin duvarları üzerine kalabalık nişan ve apoletleri, asık suratlarıyla tüneyen bürokratik kastın, kitlelere tepeden bakıp ihtişam gösterisi yaptığı “Resmi Ekim Devrimi Kutlamaları” artık yapılmıyor... Onun yerine şimdi meydanı bu kez daha gönüllü ve coşkulu emekçi yığınlar dolduruyor. Kızıl Bayrak, Kateuralin kubbesinde değilse bile emekçilerin ellerinde dalgalanıyor. Yani olması gereken yerde... Belki kutlamalar şimdi daha mütevazi ama, daha güçlü, daha coşkulu ve daha “gerçek”...

Böylece
“Sovyet” bürokrasisinin hegemonya aracı olarak hergün biraz daha kirletilen, yozlaştıralan “Marksist-Leninist söylem”de, Ekim Devrimi’nin 80. yıldönümünde, bir zamanların “sosyalist anavatan”ında, şimdi sosyo-ekonomik sistem, küreselleşen kapitalist piyasaya ayak uydurabilmek için dolu dizgin birentegrasyon programı uygulamakta...
90’lı yılların başlarında “Doğu Bloku’nun Çöküşü”, “SSCB’nin Dağılması”, “Sosyalizmin Yenilgisi” gibi kullanılan ifadeler bence yaşanan değişimin yanılgılı anlatımlarıdır. Kimileri “sosyalizm-ya da reel sosyalizm”in çökmesine bayram etti veya kahırlandı. Kimileri Doğu Bloku rejimlerinin “yıkılması”nı yeni bir başlangıç ilan etti veya bitiş olarak alkışladı.


Oysa biraz daha serinkanlı, kafakarışıklığı ve demagojilerden uzak bakıldığında, ortada “çöken sosyalizm” ya da “yıkılan Doğu Bloku rejimleri”nin olmadığı, ya da çok fazla bir anlam ifade etmediği görülür.
ilkin; SSCB ve Doğu Avrupa’da yıkılan veya çöken şey “sosyalizm” değildi kesinlikle... Ekim Devriminin mirası bürokrasi tarafından toprağa gömüleli çok olmuştu. Olmayan bir sistemin çökmesi de zaten  sözkonusu olamaz. Buradaki rejimleri “reel sosyalizm” olarak adlandırmak da yanıltıcıdır. Belki bunlara “sanal sosyalizm” demek daha doğrudur.
İkincisi; Bir devrim ya da karşı-devrimden, bir çöküş ya da yıkılıştan siyasal anlamda bahsedebilmek için, iktidarların el değiştirmiş olması gerekiyor. Oysa, bu ülkedeki siyasi iktidarlar, rejimin egemenleri yerlerini olduğu gibi koruyorlar. Kendilerini “sınıf yerine ikame etmiş” olan egemen bürokratik aygıt, ayrıcalıkları ve sistematik yapısıyla yönetim gücünü elinde bulundurmaya devam ediyor.
“Sovyet” rejiminin bürokratları kızıl yıldızlı kalpaklarının yerine, Teksas şapkaları giymeye başlasalarda, dün olduğu gibi bugün de siyasal gücü ellerinde bulundurmaya devam ediyorlar. Toplam artı-değerin üleşilmesindeki “aslan payı” da, sosyo-ekonomik sistemin “subaşları”da yine onların. SBKP rozetlerini çıkarıp atsalar da, bu eski yöneticiler yine siyasetin baş aktörü durumundalar. Eskiden de sık sık görülen klik çatışmalarını saymazsak aygıt yerli yerinde duruyor.
SSCB’nin BDT’ye dönüşümü ve çevre Cumhuriyet’lerin “Egemen”liklerini ilan etmelerinden sonra bile buraların yönetimleri de yine Sovyetik Bürokrasinin yönetimi altında. Rusya, Ukrayna ve Byelo-Rusya’yı “Eski Komünist Önderler” yeni kimlikleri ile yönetmekteler. Gorbaçov’un Dışişleri Bakanı Şvarnadze (Ed.) Gürcistan’ın Devlet Başkanı; Brejnev ve Andropov dönemlerinde SBKP MK üyelikleri ve KGB yönetimlerinde çalışan Haydar Aliyev, Azerbaycan’ın bir numaralı yöneticisi... Kazakistan’ın Nur Sultan Nazarbayef’i de, Kırgızistan’ın Askar Akayev’i de eski komünist parti yöneticileri. Hatta Kırgızistan, Türkmenistan gibi cumhuriyetlerde resmi olarak Komünist Partiler iktidardalar. Tepelerdeki bu görüntü aşağı doğru da hemen hemen aynen devam eder.

Öyleyse “yıkıldı”, “çöktü”, “dağıldı” denen ne?

Bürokratik kastların yıkılıp çökmediği, dağılmadığı oldukça açık! Ortada çöküşünden, yıkılışından bahsedilecek bir sosyalizmden, sosyalist sistemden de sözedilemez. “YDD”cilerin ve emperyalist burjuvaji adına “şamata” yapanların, sosyalist sol’u da oldukça etkileyen propaganda bombardımanını bir yana bırakırsak; olup biteni kısaca özetleyebiliriz.
“Tek Ülkede Sosyalizm” mümkün müydü, değil miydi; Bu ülkelerde sosyalist kuruluş gerçekten yaşandı mı; yaşandıysa nasıl ve ne zaman geri dönüşler oldu tartışmalarını burada fazla yapmayacağız. Makalemizin ileriki bölümlerinde bir kaç saptama yapmakla yetineceğiz. Elbette bu konu oldukça önemlidir. Fakat hangisi, nasıl olursa olsun; resmi olarak “sosyalizm” iddiasındaki olan ve “Komünist Parti”lerin iktidarda olduğu tüm ülkeler 1980’lerin sonuna gelindiğinde aşağı yukarı birbirine benzer biçimlerde yönetiliyorlardı. Hangi aşamalardan geçmiş olurlarsa olsunlar -ister hiç sosyalizm yüzü görmemiş olsunlar, ister sosyalizm kurulupda bir evrede revize edilmiş olsun, isterse yaşadıkları şeyin adına ”sosyalizm” denmeye devam edilsin- bu ülkelerin rejimleri birbirilerine çok benzemekteydi... Hatta birbirilerini kıyasıya eleştirmiş ve “Dünya sosyalist hareketlerinin merkezi” olma iddasıyla rekâbet etmiş olan ülkeler bile sonuçta aynı hizaya gelmişlerdi: SSCB, ÇHC ve Arnavutluk... Merkez dışı duran Yugoslavya, Küba, Kore ve Vietnam’ı da özgünlüklerini vurgulamak koşuluyla listeye dahil edebiliriz.

1980 Sonlarındaki “Resmi Sosyalist” Ülkelerde Durum Şuydu:

Genel karekteristik olarak, Türk Komünist Partileri, devlet aygıtıyla özdeşleşmiş, bürokratikleşmişlerdi. İşçi sınıfının ve emekçi yığınların siyasal yönetim üzerinde de, ürettikleri artı-değer üzerinde de hiç bir doğrudan veya dolaylı denetimleri  sözkonusu değildi. Parti-Devlet bürokrasisi, kendisini sınıf yerine ikame etmiş; yöneten, denetleyen, egemen ve ayrıcalıklı tek güçtü. Kitleler siyasete ve sisteme yabancılaşmışlardı. Bürokrasi ile kitleler arasında açık bir sınıf farkı, ayrıcalık yaşanmaktaydı. Toplumlarda genel olarak ahlâki bir yozlaşma ve sosyalist ideallerle uyuşmayan bir sosyal-kültürel kirlenme sözkonusuydu.
Üretici güçlerin gelişmesi durgun /dünya kapitalist standartlarına göre oldukça geri/, yaşam standartları son derece düşüktü. Kısmi sosyal güvenceler ve işsizliğin yaşanmasına karşılık, genel refah düşüklüğü, kapitalist dünyanın pompaladığı tüketim/reklam bombardımanı karşısında artan talebi karşılamakta tamamen yetersiz kalıyordu.
Ekonomiyi merkezi planlamayla idare eden bürokrasiler, mevcut sorunları aşmak için kontrollü olarak dünya piyasasına açılma ve kapitalist restorasyon proğramı uygulamaktaydılar. Kapitalist restorasyon uygulamakta kimileri (Yugoslavya ve Çin gibi) oldukça yol katetmiş olsa da kimileri de, daha geriden veya temkinli hareket etmekteydiler. Ama tümü de şu veya bu biçimde ekonomiyi “dış rekâbet” koşullarına uydurmak ya da zaten uygulamakta oldukları tekelci-bürokratik devlet kapitalizminin, kapalı ve sınırlayıcı koşullarından çıkış aramaktaydılar.
Marksizm-Leninizm, bu devletlerin resmi ideolojisi olmaya devam ediyor ve bu, bürokrasiye içerdeki hegemonyasını meşrulaştırma imkanları sunduğu gibi, uluslararası alanda da politik manevra kabiliyeti sağlıyordu. Buna karşılık, her devlet tüm ideolojik-söylemini dış politika çıkarlarına göre değiştirmekte veya yeniden düzenleyebilmekteydi.
1980’li yılların sonlarında Gorbaçov’un önderlik ettiği “Glastnost-Perestroyka” (açıklık ve yeniden yapılanma) politikası, kutuplaşmanın sona ermesi ve “küreselleşmenin” de başlangıcına işaret eder. Gorbaçov politikası yanılsamalar yaratsa da asıl olarak; mevcut tekelci devlet kapitalizmlerinin kontrollü olarak dünya piyasasına açılması ve uyumlulaştırması (entegre edilmesi) demekti.
Bir bakıma ÇHC’de 1978’den beri bir derece ihtiyatlı olarak yürütülen program, genel-geçer bir ekonomik politika haline getiriliyordu. 1990’larda yaşanan hızlı dönüşüm ise bu politikaların kaçınılmaz sonuçları olarak gündeme geldi. “Berlin Duvarlarının Yıkılması”, “İki Almanya’nın Birleşmesi” gibi dramatik siyasal değişimlerin yanı sıra esas olarak bu dönemi karekterize eden şey;  sözkonusu bürokratik oligarşilerin, ideolojik formasyon değiştirmeleridir.
Buna bir bakıma, dün “Sosyalizmi inşaa” etme adına yöneten, planlayan bürokrasinin; bugün, sistemi dünya piyasasına entegre etme programıyla yönetmeye devam etmeside diyebiliriz. Sosyalist inşa’yı yapamayan Parti-Devlet aygıtı, bu kez kapitalist inşayı üstleniyordu. Bunun içinde zaten ödünç ve iğreti duran ideolojik malzemesini, simgelerini inanılmaz bir hız ve ustalıkla çıkarıyor. Çünkü ister “sosyalizmin inşası” ister piyasa kapitalizminin inşası adına olsun kendisi yönetmeye devam edecek, yeni sürecin önüne çıkardığı tüm siyasal, ekonomik, idari olanakları kendisi için kalıcı ayrıcalık ve statüler haline getirmeye devam edecek.
Bürokrasinin ideolojik-politik söylemini kolaylıkla değiştirebileceğinin bir hayli örneği vardır. Kuşkusuz burada anlatmak istediğimiz “gelene ağam, gidene paşam!” tarzındaki memur zihniyetinden çok daha farklı bir şey... Trajik biçimde katledilmesinden daha bir kaç hafta öncesine kadar IRKP Kongresinde Çavuşesku’yu ayakta alkışlayan ve bütün karar tasarılarını “firesiz” onaylayan delegelerin hiçbiri, katledilmesi sırasında ona sahip çıkmamışlardı. Ölümünün üzerinden daha 5-6 yıl geçmeden onu “vatan haini” ilan edip ismini ulusal marştan, küllerini Kremlin Duvarı’ndan çıkarmak için yarışan da Stalin’in ürkütücü bürokrasisinden başkası değildir. Fakat burada daha da kapsamlı bir olguya işaret etmekteyiz;
Burada sadece ideolojiye uyan, tabi olan değil; bizzat onu kendisi için devletin resmi ideolojisi olarak üreten devlet/parti bürokrasisi  sözkonusudur. Yine kendi statükosu merkezde olmak kaydıyla bürokrasi yukarıdan aşağı doğru ideolojik-politik söyleminde köklü bir değişikliği iradi olarak gerçekleştirmektedir. Kuşkusuz bu keyfi bir tercih olarak değil, bir içi zorunluluk olarak, kendini dayatan koşulların ürünü olarak ortaya çıkmaktadır.
Eğer 90’larda yaşanan şey gerçekten de bürokratik rejimlerin çökmesi olsaydı; bunun sosyalizmin önünde gerçekte asıl büyük gerici engel olan bu yapıların tasfiye olması ile sosyalizme doğru gerçek büyük ilerleme olarak görmek gerekirdi. Fakat hayır, bürokratik rejimlerin muhalifleri “sosyalist hareketlerden” değil, Batı’nın hararetle desteklediği burjuva liberal akımlardan oluşuyordu.
Sonuçta bürokratik rejimlere “sol”dan kitle muhalefeti değil, daha sağdan her türlü burjuva muhalefet gelişti. Kitlelerin rejime karşı hoşnutsuzluklarını sosyalist hareket değil, bu sağ muhalefet teslim etti. Çünkü rejim kendini sosyalist olarak tanımlıyor, uygulanan şey her ne ise kitleler bakımından “reel” olmasa bile “sanal” olarak sosyalizm olarak -komünizm olarak- algılanıyordu.
Buna rağmen bürokratik aygıtlar sağ-muhalefet tarafından da yıkılmadı. Bürokrasi zaten kendini çoktan hazırlamış olduğu entegrasyon programını bizzat yürütmeye ve bunun avantajlarını statüye dönüştürmeye karar verdi. Bunun içinde resmi devlet ideolojisi olarak tüm sosyalizm söylemi ve simgeleri terkedildi. Aslında buna sosyalist terminolojinin bürokrasilerin elinden kurtuluşudur da diyebiliriz. Ama nasıl bir “kurtuluş!”.. İçi boşaltılmış, kullanılmış, tecavüze uğramış ve milyonların gözünde önemli bir prestij kaybına uğratılmış olarak!
Sosyalizmin “yıkılışı”, çöküşü diye diye emperyalist burjuvazi tarafından düğün bayram edilen şey SSCB ve Doğu Bloku devletlerinin “Resmi İdeolojisi olarak sosyalist söylemden vazgeçmelerinden başka bir şey değildir. Ve bu,  sözkonusu rejimleri bu kez “sanal” olarak değil “gerçek” muhtevaları ile algılanmaları bakımından kitleler için de yararlıdır, sosyalist hareketler için de...
Çünkü birazdan tartışacağımız gibi halen resmi ideoloji olarak “Marksiz-Leninizm” söylemini kullanmaya devam eden, iktidarda resmi Komünist Partilerin “tek parti iktidarını” sürdürdüğü Çin Halk Cumhuriyeti’nin uygulamakta olduğu değişim programı özünde Rusya’da, Doğu Avrupa’da uygulanmakta olanlarla aynıdır. Bürokrasi iktidarlarının niteliği üzerinde bitmek bilmeyen yanılgı, kullanılan resmi ideolojik söyleme dayanarak açıklamalar yapılmaya çalışıldıkça süreceğe benzemektedir.
Şu halde emperyalist kapitalist sistemin bir parçası olarak kabul edilmeleri gereken bu bürokratik rejimlerin, “Yeni Dünya Düzeni” ve “Küreselleşme” konseptinde uygulamakta oldukları program, bu ülkelerin kapalı ekonomik sistemlerinin dünyanın genel-geçer kapitalist piyasa kurallarına ve onun siyasal izdüşümlerine uyumlulaştırmaktan başka bir şey değildir.
Dikkat edilirse bu program, sözkonusu rejimlerin başka bir burjuva iktidarı tarafından alaşağı edilmiş ve bu “karşı-devrim” iktidarlarınca değil, dün ülkeyi “sosyalizm” söylemiyle yönetmiş olan aynı bürokratik aygıt tarafından yürütülmektedir. Ve yine dün olduğu gibi yukarıdan aşağıya.. Yine bürokratik kastın ayrıcalıklı statülerini koruyarak veya değiştirerek... Kuşkusuz emperyalist burjuvazi için burada önemli olan şey, SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinde üretilen artı-değerin kendilerine kısıtlamasız olarak açılmış olmasıdır.
Bu ülkelerde artı-değerin paylaşımcısı olarak mülk sahibi bürokratik aygıtların veya gerçek anlamda yerli kapitalist girişimcilerin /burjuvazinin bizzat kendisinin/ bulunup bulunmaması ikincil bir sorundur. Üstelik tüm olumsuz özellik ve geriliklerine karşılık eski sistemin “sosyal güvenlik, işsizlik” gibi alanlarda tutturduğu düzeyin birden bire alabora olması karşısında yükselecek halk muhalefetine bu bürokratik aygıtların kendilerinin karşılayacak olmaları da ayrı bir avantaj sayılabilir... “Ölüyü sahibine çektirmek” gibi bir şey bu.
“Globalizm”in gerçek uygulayıcı aktörleri olarak adına eskiden ve bazılarına halen sosyalist denen bu resimler entegrasyon programını üç ayrı biçim içerisinde uyguluyorlar: İlki, Önderliğini Rusya’nın yaptığı eski SSBC Cumhuriyetlerinde, bizzat eski bürokratik aygıtın yürüttüğü sosyo-ekonomik entegrasyon... 
İkinci Grup: Polonya’daki örneğin ardından giderek eski rejimin bürokratik aygıtı ile burjuva muhalefetin bir biçimde uzlaştığı ve karma bir tarzda birlikte yürütükleri uyum programı...
Üçüncu Grup: SSCB cumhuriyetlerinin uyguladığı uyum programına benzer bir entegrasyonun, KP iktidarı, Kızıl Bayrak ve M-L söylem altında yürütülmesi...
Çin Halk Cumhuriyeti, Küba ve Kuzey Kore gibi ülkelerde bugün uygulanmakta olan rejimlerin “Sosyalizm” olarak tanımlanmasının ne derece mümkün olduğu tartışması  bir yana, bu ekonomilerin piyasaya kapalı olmaları tezlerimizi ortadan kaldırmamaktadır.

Birinci Grup:
“Sosyalizmin Anavatanı”nda İzlenen Yol: Rusya Örneği 
Burada başından beri tüm süreçlerde bürokratik aygıtın insiyatifi  sözkonusudur. Değişenler iç ya da dış etkenlerle biçim değiştirse de özünde bürokratik kastın bilinçli programları olarak yürütülmüştür. Kuşkusuz bu, bürokratik aygıtların keyfi  tercihleri olarak belirlenemez, kapalı ekonomik sistemler direnmelerinin son sınırına gelmişlerdi: zaten ayrıcalıklı statülerle beslenen bürokrasinin piyasa koşullarına direnmesi için de bir neden yoktu. Bu yönde bürokratik aygıtın siyasal insiyatifinin en yetkin temsilcisi Gorbaçov’dur. Gorbaçov’un temsil ettiği grup, piyasa entegrasyon sürecine “Sosyalizm söyleminin”, “siyasal kurumlarının kendisi”ni de dahil etmişti. Böylece iktidardaki Komünist Partiler Batı Avrupa’daki “Sosyal Demokrat” partilerin kopyaları haline geliyorlardı. Ama Yeltsin’le temsil edilen kanat, daha acar ve hızlı çıktı. Eski sosyalist terminoloji, simge ve kurumların entegrasyon programı için gerekli olmadığı, hatta ayakbağı olduğu, entegrasyona uyarlı daha genel burjuva siyasal söylem ve kurumların gerekli olacağını savundu. Sonuçta değişim programının mantıksal tutarlılığını da bu grup temsil etti.
Dikkat edilirse eski SSCB’nin merkezi Cumhuriyetleri Rusya, Byelo-Rusya, Ukrayna, Kazakistan’da burjuva muhalif akımlar ve rejim karşıtı kitle eylemlilikleri fazla gelişkin değillerdi. Buna karşılık zorla Sovyetize edilmiş olan ve Kızıl Ordu zoruyla SSCB’ye dahil edilmiş olan Cumhuriyetlerde rejim karşıtı muhalefet hem örgütlü, hem de kitlesel bir nitelik kazanmıştı. Toplumsal hafızaları ve sınıf refleksleri  henüz kaybolmamış olan Baltık Cumhuriyetlerini -Letonya, Litvanya ve Estonya’yı-, bu nedenle bürokratik aygıtla burjuva muhalefetin uzlaştığı 2. grup, Doğu Avrupa ülkelerine dahil etmek gerekecektir.
Benzer bir gelişimi Kafkas Cumhuriyetleri, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan için de söylemek ve onları da 2. gruba dahil etmek  sözkonusudur. Çünkü buralarda da insiyatif hem Moskova bürokrasisinin, hem de yerel bürokratik aygıtın denetiminden çıkmıştı. Kendi dinamikleri üzerinde örgütlenmiş olan “Halk Cephe”leri  kitlesel bir güce ulaşmış ve yönetimleri tasfiye noktasına gelmişlerdi. Bu ülkeleri 2.gruba katmamıza engel olan bir dizi siyasal gelişme ve müdahaleye son 7 yıl içinde tanık olduk. Bu da  sözkonusu Kafkas Cumhuriyetlerinin hem birbirleriyle hem kendi içlerindeki ulusal çelişmelerin, Moskova tarafından ustaca kullanılması durmadan savaştırılmalarıdır.  Binlerce yıllık Rus Kafkasya’da etkin oldu. Sonuçta eski “Sovyet” Bürokrasisinin bütün gözde temsilcileri burjuva muhalefet karşısında bir biçimde üstünlük kazandı. Darbeler, etnik çatışmalar, dış müdahaleler etkili oldu.
Bugün Kafkasya Cumhuriyetlerinde Merkezi Moskova bürokrasisinin etkinliği ile yerel bürokratik aygıtların insiyatifiyle, birlikte aynı zamanda geleneksel burjuva muhalefetinde ortak edilmeye çalışıldığı bir geçiş programı uygulanmaktadır.
Bu gelişmeler olmasaydı Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan’ı  2. gruba dahil edebilirdik.  Hatta diasporadaki sermaye gücü, deneyimi ve niceliğiyle Ermeni burjuvazisi, Ermenistan’da eski bürokratik aygıtla uzmanlaşmaya bile gerek duymaksızın uyum programını bizzat kendisi uygulayabilirdi. Aynı şeyi Türkiye’nin aktif karışmacılığı nedeniyle Azerbeycan için söylemek mümkündür. Belki de bu etkenler taktik geri çekilme içindeki Rusya’nın büyük devlet politikası ve olanaklarını kullanması için karşıt bir yol oynadı.
Sovyet Bürokrasisinin merkezden yürüttüğü uyum programı sonuç olarak, yalnız ideolojik değil, siyasal kurumlar ve hukuksal yapıda da buna denk gelen değişiklikleri zorunlu kıldı. SSCB’nin BDT’ye dönüşmesi; Birlik Anayasası ve yeni hukuksal düzenlemeler; parlamenter demokrasi vb. gibi kurumsal değişikliklerdi bunlar. Ama bürokrasi öncülüğünde kurulan “demokrasi”nin ne menem bir şey olduğu; bir yıl önce tankların üzerine çıkarak demokrasi gösterisi yapan Yeltsin’in bir yıl sonra aynı tanklara parlamento binasını bombalattırması; bağımsızlık için savaşan Çeçenistan’ın tarumar edilmesi, KP’nin yasaklanması gibi icraatlarla belli oldu: Bürokrasi “burjuva demokrasisi” dersini iyi çalışmıştı!.
Asıl olarak ekonomik uyum programına gelince; bu bir yanıyla hızlı bir özelleştirme, yani ulusal-yerel bir kapitalist sınıfın yaratılması sorununu gündeme getiriyor. Diğer yanıyla pazarın tüm kurallarıyla dışa açılması ile birlikte de iç pazarın nasıl paylaşılacağı sorunu gündeme geliyor.
Birbirine bağlı olarak bu iki sorunun cevap anahtarı da yine bürokraside durmaktadır. Uluslararası sermayenin Rusya/BDT pazarındaki paylaşımcı ortağı bürokratik kastın/devletin bizzat kendisi olacağı gibi, ulusal-yerel girişimci sınıf (Tıpkı Kemalist iktidarın Türkiye’de 70 yıldır yaptığı gibi) devletin kendisi tarafından yaratılacaktır. Bu da sonuçta aynı kapıya çıkar: BDT’nin girişimci “yeni burjuva sınıfı” bürokrasiden, onun işbirlikçileri ve çevresinden oluşacak ve onun koruması altında büyüyecektir. Böylece uyum programına “Sovyet” bürokrasinin neden bu kadar “teşne” olduğunun cevabı da kendiliğinden ortaya çıkar.
Uyum programı sürecinin BDT’te nasıl bir egemen sınıf tablosu çıkaracağı aşağı yukarı belli olmuştur.
Bürokrasi; Devlet İşletmeleri, bankalar, temel ayrıcalıklar üzerinde toplumsal artı-değerin üleşilmesindeki aslan-payını korumaya devam edecektir. Bu olanaklar bir yandan piyasaya uygun normlarda mülk sahibi sınıf haline gelmek için kullanılacak, diğer yandan bürokratik aygıtın bir yönetici sınıf olarak alışık olduğu ayrıcalıklar yeni biçimler altında da olsa devam ettirilecek. Bürokrasi dışa açılımda uluslararası şirketlerin, tekellerin en büyük partneri, rakipsiz işbirlikçisi olarak hem iç-hem dış pazarın/ küresel artı-değerin/ pay sahipleri arasına girme fırsatı  yakalayacaktır. Bu,  bürokrasinin de süreçteki değişim çizgisini gösterir.
Özellikle BDT Cumhuriyetlerindeki hızlı özelleştirme sürecinde kendini gösterebilecek, sermaye birikimi yapma şansı olan bir sınıf ancak bürokrasinin eski soyguncu ortakları ve yöntemleri ile türeyip palazlanmış olan “Devlet Mafyası” olabilir. Bu nedenle eski SSCB’nin yeni, cevval sermayedar sınıfı ancak her türlü gayrı meşru işler, rüşvet, kaçakçılık vb. ile organize olmuş ve sermaye biriktirmiş olan Mafya gruplarından türeyebilir. Bütün işaretler de bunu doğrulamaktadır.
Üçüncüsü, bürokrasi bizzat kendisi, yakın çevresini kayıran bir torpil ve korumacılıkla uydu bir sermaye sınıfı yaratacak. Böylece hem kendi ikbalini “bal tutan parmak yalar” misali hazırlarken, bu vasilik nedeni ile burjuva gruplar üzerindeki siyasal vesayetini korumayı umacaktır.
Serbest piyasa ekonomisine geçtikten sonra Rusya’nın “Dolar Milyarderi” olan 7 kişinin hepsinin servetlerini son 10 yıl içinde yapmış olmaları ve babalarının Komünist Parti’nin önde gelen yöneticilerinden olmaları bu durumu gayet net anlatır.[1] Bu tabloya “yabancı sermaye” olarak çok uluslu tekelleri dahil ettiğimizde bu günkü BDT ve eski “Doğu Bloku” ülkelerindeki artı-değerin paylaşımcıları kapitalizmin “aç kurtları’ndan” oluşacak demektir. Bir yandan büyük bir mali güç, teknolojik üstünlük ve deneyimleriyle uluslararası sermaye; öte yandan eski kamusal mülk sahipliği ve yöneticilikten gelen gücünü yeni özel mülkiyet sahipliği ve girişimciliğiyle değiştirmeye çalışan bürokrasi; diğer yandan eskiden gayrı-meşru, şimdi yasal olarak soygun yapan yerel-ulusal mafya grupları... Ve tabii bütün bunların kendi aralarındaki ilginç bağlaşıklıkları, birliktelikleri veya çatışmaları...

2. Grup

Muzaffer Kızılordu’nun Ürünü Rejimlerde İzlenen Yol: Polonya Örneği     

Burada olup bitenler, eski SSCB’den az-çok örgütlenmiş ve kitlesel bir burjuva muhalefetin varlığı ve bürokratik aygıtın insiyatifini koruyamayarak belirli bir uzlaşma, karma yönetimlerin oluşmasıyla ayrılır.
Bu farklılık, bu ülkelerdeki sosyalist iktidarların oluşu ve geçirilen süreçlede yakından ilintilidir. Blok dışındaki Yugoslavya ve Arnavutluk’un özgün durumları nedeniyle ayrıca ele almak gerekiyor. Çünkü bunlar hem “Moskova merkezli Doğu Bloku”nun dışına düşmüşlerdi, hem de bu ülkelerdeki sosyalist iktidarlar Faşist Alman işgaline karşı bizzat ulusal kurtuluşçu sosyalist partizan savaşıyla kurulmuştu. Kızıl Ordu burada sözkonusu devrimleri koruyan bir dış etken oluşturur.
Oysa Bulgaristan dışındaki diğer tüm “Doğu Bloku” ülkelerindeki rejimler iç dinamiklerden çok, Kızıl Ordunun buraları ele geçirmiş olması, Dünya paylaşımında çizginin “beri yanında” kalmalarıyla kurulmuşlardır; Romanya, Polonya, Macaristan, Çekoslavakya, Baltık Cumhuriyetleri ve nihayet Doğu Almanya... 
Bu ülkelerde eski burjuva sınıfın hafızası henüz oldukça yenidir. Burjuva muhalefet tarihsel temellere sahiptir ve Batı Avrupa ile daha sıcak ve doğrudan ilişkilere sahiptir. Sosyalist iktidarların yozlaşması ve bürokratik mekanizma SSCB’den daha çabuk ve etkin oluşmuş, uydu-ekonomik ve politik nitelikleriyle çok daha çabuk yozlaşmıştır. Bu nedenlerle piyasa ekonomisine açılma yönünde SSCB’den farklı olarak güçlü bir burjuva muhalefet her zaman varoldu; 1956 Macaristan ve 67 Çekoslavakya’yı anımsayalım. 1980’li yılların başlarında ise Doğu Avrupa’da Katolik Kilisesi’nin en güçlü olduğu yerde Polonya’da, rejim muhalefeti hızla kitleselleşti ve bürokratik aygıtı istemeye istemeye reformlara doğru itti. Aygıtın askeri darbede dahil her türlü baskıcı yöntemi denediği fakat muhalefeti geriletemediği Polonya’da 90’lı yıllara gelindiğinde bir “uzlaşma” ve karma bir rejim oluşmuştu bile. Aslında Doğu Avrupa’yı 90’lı yılların başlarında kasıp kavuran kitlesel gösteriler ve dinamik süreci Polonya 10 yılda katetmişti. Polonya’nın 10 yılda ulaştığı noktayı Doğu Avrupa ülkeleri hızlı dünya konjonktürü nedeniyle bir yıl içinde katettiler.
SBKP örneğiyle zaten kendilerini entegrasyon programına hazırlamış olan Doğu Avrupalı bürokratik rejimler, kitle gösterileri ve muhalefet karşısında insiyatifi daha fazla kaybetmemek için uzlaşmayı seçtiler. Uyum programı böylece karma bir siyasal grup tarafından sürdürüldü.
Doğu Avrupa rejimleri içinde uyum programına ayak direyen sadece Romanya’dır. Hem muhalefet hem de SSCB’nin öncülük ettiği entegrasyon programına direnmeyi Çavuşesku’lar hayatlarıyla ödediler. Eski rejimin yöneticileri hem bir iç-darbe, hem de kitle ayaklanmasıyla aşağı edildi. Dünyada ilk kez insanlar odalarının içinde televizyonlardan naklen ihtilal yayını izlediler. Eski rejimin baskıcı yöntemlerine karşı Romanya’da meydanlara taşan halk, batılı yayın organlarının pompaladığı cicili bicili tüketim toplumu ve siyasal özgürlüklere giden yolun Çavuşesku’ların cesetlerinin üzerinden geçtiğine inanarak, rejimin tüm simgelerini kendi elleriyle parçaladı. Bu yüzden Romanya’daki geçiş süreci çok daha kaotik oldu; büyük umutlarla refah beklentisiyle başkaldıran kitleler, birden bire kendilerini daha büyük bir yoksulluk, işsizlik ve sefaletin kucağında buldular: Romanya’nın emek gücü ve insanı tam anlamıyla “pazara” düştü... Piyasaya uyum sürecini Kadarizmin kapitalist restorasyonda kazandırdığı birikimle en kolay geçiren ülkelerden biri Macaristan diğeri de, gelişkin bir endüstri ve sosyal bünyeye sahip olan Çekoslavakya’dır. Öyleki Çek ve Slovakların yönetimlerini ayırmaları bile son derece sessiz ve barışçıl biçimde gerçekleşti.
Bulgaristan ise bürokratik rejimler içinde Balkanlar ve Ortadoğu kaçakçılığının devlet eliyle düzenlendiği tek ülke olarak, piyasaya “işbitirici” girişimcilerini ortak etmekte güçlük çekmedi!...
Blokun en güçlü endüstri ve üretim gücüne sahip ülkesi Doğu Almanya ise Batı tarafından tam anlamıyla ilhak edildi.Burada bürokrasinin iktidarda kalma şansı hemen hemen hiç yoktu. Çünkü yanı başındaki ulusdaşı Federal Almanya’nın emperyalist mali sermayesi ve siyasal gücü buna olanak vermezdi. Doğusu da piyasa ekonomisine geçme kararından sonra iki Almanya’nın birleşmesi artık sadece ulusal sorun haline geliyordu. Bu durumda piyasa ekonomisinin devi olan Almanya’nın yapacağı tek şey “eski parçasını” satın almaktan ibaretti. Bunu da hem Rusya’ya verdiği ekonomik ve siyasi rüşvetlerle, hem de Doğu’yu tümüyle kendine entegre etme maliyetiyle seve seve ödedi. Özcesi Doğu Almanya’nın piyasaya entegrasyonu ve genelde bürokratik rejimlerin küreselleşmenin bir parçası olmaları; iki Almanya’nın birleşmesi ve Berlin Duvarının yıkılması ile sembolize olmuştur diyebiliriz.
Avrupa’nın iki özgün “sosyalist” rejiminden biri olan Arnavutluk, hem Çin hem SSCB’ye çok keskin eleştiriler yöneltmiş olmasına karşılık, eleştirdiği akıbetin içine düşmekten kurtulamadı. Enver Hoca’nın ölümüyle birlikte, karizmayla ayakta duran bürokrasi, diğerlerinin izini sürmeye başladı. Üretici güçlerin son derece zayıf olduğu, başkent Tiran sokaklarındaki otomobillerin bir elin parmaklarıyla sınırlı olduğu,  yaşam standardının ise sefalet sınırlarında durduğu Arnavutluk’ta halkın  “fareli köyün kavalcılarının” peşine takılmaması imkansız gibiydi. Arnavut emekçilerinin emek gücü ve insanı da böylece Balkanlar ve Akdeniz ülkelerinin gündelik pazarına açılmış oldu.
Daha başından sosyalizm ve kapitalizm arası “karma” bir yol izlemiş olan, piyasayada yabancı olmayan Yugoslavya’da sorun, ulusal-devletler temelinde iç pazarın paylaşımı kavgasına dönüştü. Globalleşen pazarın küçük aktörleri olmak üzere, bir alan kapma telaşına düşen ulus-devletçikler Balkanların ortasında tam bir boğazlaşma yaşadılar. SSCB’yi de -stabilize etmek için “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını” Estonya, Letonya, Litvanya için savunmuş olan YDD’ciler, muratlarına erdikleri için bu ilkeden iki yüzlüce geri dönmüşler; “birlikler”, “federasyonlar” vaat eder olmuşlardı. Tam da bu kaos eski Yugoslavya’nın iki büyük devlete Sırbistan ve Hırvatistan’a bölünmesi, diğer küçüklerin ise bunlara tabi kalmayıp bağımsızlaşmak istemesiyle (Slovakya, Makedonya, Bosna-Hersek, Karadağ)  derinleşti. Bosna-Hersek’in bağımsızlığı sorunu Balkanlar’da yüzbinlerce insanın kaybına neden olan bir yerel savaşa dönüştü.
Dikkat edilirse Balkanlar’da ve Kafkasya’da yaşanan çatışmalar, piyasa sürecinde yer almak isteyen ulusal burjuvazilerin varolma savaşı olduğu kadar, büyük devletlerin küçük uluslara hükmetme; buna karşı ulusal kimlik-özgürlük mücadelesinin de yansımalarıdır. YDD’nin de “küreselleşme ve post-modernizm” hikayelerinin tüm cilası öncelikle buralarda dökülmüştür.

3. Grup
“Kızıl Yıldızlı Kapitalizm” : Çin Halk Cumhuriyeti
Çin örneği, makalemiz boyunca anlattığımız “piyasaya entegrasyon programı serüveni” için, resmi ideoloji olarak “sosyalizm”den, onun simgesel kurum ve organlarından vazgeçmek gerekmediğini, bunun zorunlu bir şart olmadığını ortaya koyuyor.
Belki de artık bir milyarı aşan ürkütücü nüfusu ve muazzam potansiyelleri ile Çin’in, zapturapt altında piyasaya açılması; kontrolden çıkıp sonuçları kestirilemeyecek bir göç veya toplumsal patlamalara neden olmaması için emperyalist burjuvazi tarafından özellikle istenen birşeydir bu.
Orak-Çekiç simgeleri altında da pekâla piyasa kapitalizmi yapılacağını zaten Gorbaçov belirtmişti. Eski SBKP yerine ikâme edilen Zuganov önderliğindeki Rusya Federasyonu Komünist Partisi iktidara gelirse “bu, kapitalizmin, sosyalizmin kızıl bayrağı altında kurulması anlamına gelecektir; bu, Latin Amerika ülkelerinde görülen bağımlı kapitalizmin sosyal-liberal bir ikinci baskısı olacaktır.” diyen A. Lapin[1]  haksız değildir.
Kapitalist restorasyonun en kararlı ve bilinçli uygulayıcısı ÇKP ve Çin bürokrasisi oldu. Mao Zedung döneminde, SSCB’yi sosyalizmden ayrılıp kapitalizme sapmak ve “sosyal-emperyalist” bir devlet haline gelmekle suçlayan ÇKP, sanki “bu işi biz sizden daha iyi yaparız” der gibi 1978’de “dünyaya açılma ve ekonomiyi liberalleştirme” kararını açıklamıştı.[2] 
             Çin’deki sosyalist piyasa ekonomisi 1978’lerden beri evrimleşerek gelişmektedir. ÇKP, bürokrasi eliyle özel girişimciler (burjuva sınıf) yaratmaya daha o zaman başladı ve 1993’de parlamentoya bu grubun temsilcileri resmi olarak katılmaya başladılar. Bir dönemin Komünal Çiftlikleri, restorasyon döneminde Köy Kasaba İşletmeleri (KKİ) olarak, devlet/özel girişimci melez birimler halinde ekonominin temel taşlarını oluşturdu. Böylece tarımsal nüfusun artı-değer üretimi ile piyasa için gerekli olacak sermaye  birikim kaynakları ülkenin tüm bölgelerinde garantiye alınmış bulunuyor.
Çin piyasaya açılma yolunda da diğer rejimlerden daha önde gidiyor.
Bir farkla ki, Çin pazarının talipleri daha çok Asya-Pasifik bölgesinden oluşmakta. Bürokrasinin uluslararası sermayeye kapıları açarken bundan yararlanma tavrına bir örnekte, bu pazarda “rüşvet ve özel çıkar” olmadan girişim yapılamaması. Bu tip bağlantıları ise kültürel yakınlıkları nedeniyle kurma şansına en çok Asya-Pasifik bölgesi sahip. Çin ayrıca Borsaya sahip ilk komünist ülke olarak (Şanghay ve Shenzen’de) da tarihe geçti 1992’de. Fakat Çin’in kapitalist restorasyonundaki en karekteristik özellik Ordunun (militarist bürokrasinin) durumudur. Türkiye’dekine benzer bir şekilde Çin Halk Kurtuluş Ordusu, 20 binden fazla işletmeye ortak olarak katılıyor. (OYAK’ı anımsayalım!)
Endüstri, tıp, ulaşım, taşımacılık ve inşaattan, turizme kadar çok çeşitli sektörlerde Halk Kurtuluş Ordusu (HKO) Çin ekonomisinin bir parçası, ekonomi de HKO’nun bir parçası haline gelmiş. Şu anda dünyanın büyük ekonomisi durumunda olan Çin’in bu tempoyla giderse 2000’li yıllarda ABD ve Japonya’yı da geride bırakarak birinci güç haline geleceği tahminleri yapılıyor.[3]  Elbette ekonominin büyümesi aynı oranda yaşam standardının, refahında büyüyeceği anlamına gelmiyor. Sınıfların gelişimi ve sosyal farklılıklar, eşitsizlikler çok daha fazla büyüyecek.
1997 yılında Çin, Hong-Kong’un yönetimini İngiltere’den törenle devraldığında kimileri -konuya halen eski bilgilerle bakanlar- iki ayrı sistemin birbiriyle nasıl uyuşacağı gibi anlamsız sorular sorabildiler. Oysa Çin, Hong-Kong’u devralmadan çok önce Hong-Kong sermayesi Çin’in içine yerleşmiş, ekonomiyi işgal etmişti bile. Çin’e taşınan en büyük sermaye Hong-Kong’a aittir ve bundan çok uzun yıllar önce Çin ve Hong-Kong ekonomileri bütünleşmişti.ÇKP’nin Eylül 1997’de yapılan 15. Kongresinde, Devlet ve Parti Başkanı Jiang  Zemin’in önerileri doğrultusunda ikibin delege, devlet işletmelerinin değişik mülkiyet biçimlerine dönüştürülmesini onayladı. Delegeler yine oybirliği ile Deng Xiao Ping’in ekonomik öğretilerinin parti programına alınmasına da karar verdiler.  Kendilerinin “sosyalist pazar ekonomisi” adı verdikleri entegrasyon programının yeni aşamalarına göre, ilk etapta büyük devlet işletmelerinin dörtte üçünün hisse senetleri yoluyla anonim şirketlere dönüştürülmesi ve 130 bin kamu işletmesinin de verimli olmadıkları gerekçesiyle kapatılmaları planlanıyor. Kongrede bir basın toplantısı düzenleyen ekonomi Bakanı, bunun “güçlülerin yaşayacağı, zayıfların kaybolacağı bir sistem olacağını” belirtiyor. Bunu bir yerlerden hatırlıyoruz değil mi?
Çin pazarının büyüklüğü, olanakları ve gücü gözönüne alındığında emperyalist burjuvazinin; piyasaya entegrasyon sürecini “başarıyla” yürüten Çin bürokrasisine, ÇKP’ye, Kızıl Yıldız ve sosyalist sembollere neden bu kadar hoşgörülü yaklaştığı çok daha iyi anlaşılır.

Örneklerin Genel Sonuçları Genel hatlarıyla üç ayrı yol izlese de bir zamanların “Sosyalizm” kurma iddiasındaki Komünist Parti ve Devlet aygıtının (bürokratik kastın) harıl harıl dünya kapitalist piyasasına entegrasyon programını yürüttükleri, bunun öncülüğünü yürüttükleri görülmektedir.
Herşeyden önce bu, bürokrasilerin sistemin mantığıyla uyumlu mülk sahibi sınıflar haline gelmeleri için geçirdikleri bir transformasyon sürecidir. Bu yüzden uyum öncelikle bürokratik aygıtların kendileri için geçerlidir.
Bütün örneklerde sözkonusu rejimlerdeki emekçi yığınların mülkiyet ilişkileri, üretim tarzı içindeki rolleri değişmemektedir; hatta yaşam standartları ve sosyal güvencelerinde düşüşler ve sarsıntılar olmaktadır. Tüketim malzemelerinin çeşitlenmesi ve kalitelenmesinin bedeli daha çok yoksullaşma ve işsizlik olarak ödenmektedir. “Uyum” ve “Geçiş” programlarında emekçi sınıflar sisteme “yabancılaşmalarının” bir ürünü olarak ya edilgen ya da, piyasaya geçiş sürecini hızlandıran muhalefetin aktörleri olarak yer almışlardır. Beklenildiğinin aksine bürokratik rejimlerin, “reel sosyalizm”lerin devrimci sosyalist eleştirisi ve alternatifinden hareket eden sosyalist muhalefet  sözkonusu olmamıştır. Denilebilir ki, “sosyalizmin yenilgisi” ya da “bunalımından” bahsedilecekse bu, bürokratik aygıtlar piyasa ekonomisi programını uygulamaya karar verdikleri için değil; bir zamanların sosyalist iktidarlarına güç vermiş olan kitlelerde sosyalist muhalefetin örgütlenememiş olması, prestijini yitirmiş olmasında durmaktadır.
Bu makalemizin temel düşüncesini bürokratik aygıtların kendilerini egemen sınıf yerine koyarak yönettikleri rejimlerin çökmedikleri, fakat zaten içinde oldukları sistemin “küreselleşen ekonomi” koşullarına uyum süreci geliştirdikleri oluşturmaktadır. “Küreselleşme” ve “YDD” konularını ayrı bir yazı konusu olarak tartışmak yerinde olur. Küreselleşmenin ana fikrini “ekonominin uluslararasılaşması ile devletin gücü arasında ters bir orantı olduğu, küreselleşme arttıkça devletin rolü küçüleceğine dair” genel çizgi oluşturmaktadır. Bu fikir küresel ekonomi içinde bürokratik aygıtların neden daha fazla “tekelci devlet kapitalizmi” modelinde ve kapalı bir sistemde ekonominin tüm musluklarını ellerinde tutamayacaklarını yeterince açıklamış olmaktadır. Beri yandan küreselleşmenin yaşadığı diğer paradoksta, yine devlet aygıtının bu programları uygulamakta en azından SSCB ve Çin gibi dev ekonomilerde öncü- yürütücü bir görev üstlenmiş olmalarında yatar.
Sonuçta bürokratik aygıtlar eski tarz varlıklarını sürdüremeyecekleri küreselleşme koşullarında kendi yerlerini /kaderlerini/ kendileri tayin etmektedirler.
Ayrı bir makale ve başlı başına tartışma konuları olan, “Bürokrasi ve sınıf ilişkileri” ile “sosyalist iktidar” veya “sosyalist kuruluşların yozlaşmaları, tıkanmaları, geri dönüşlere” ilişkin görüşlerimizi de başka bir yazıda ele almak yerinde olacaktır.

Özgür Üniversite Forumu,  İstanbul, 1998


[1] Petrolcü Vladimir Potanin, Dış Ticaret Bakanlığı’nda; Petrolcü Boris Beresowski Bilimler Akademisi’nde matematik öğretmeniydi. Bugün 2.4 milyar dolarlık özel serveti olan Chodorkowski ise Komünist Gençlik Örgütü Komsomol’un Moskova İl Başkan Yardımcılığı’nı yapıyordu. / 7 Kasım 1997- Milliyet / Diğer bir örnek ise;  bir süredir Türkiye gündemini oluşturan “Susurluk Kazası” nedeniyle Savcı Kutlu Savaş’ın  Ocak 98’de hazırlamış olduğu Susurluk Raporu’nda görülmektedir.  Eski SBKP MK üyesi şimdiki Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Alivey’in oğlu İlhan Aliyev’in bu raporda adı geçmekte ve mafya ile ilişkisi olduğu belirtilmektedir. Yine 14.2.1998 günü aynı savcının  yaptığı açıklamada H.Aliyev’in  direkt Susurluk olayında karanlık işlere karıştığı açıklanmıştır  
[1] A. Lapin“Tüm Birlik Bolşevik Partisi Yöneticisiyle Görüşme”, Proleter Doğrultu, s,1, s. 74, 1994  
[2] Deng Xiaoping önderliğindeki 11. Merkez Komitesi’nin 3. oturumu (1978)  
[3] John NaisbittGlobal Paradoks“Büyüyen Ekonominin Güçlenen Küçük Aktörleri”, “Ejderha Yüzyılı: Çin Topluluğu Parçalarından Güç Alıyor”  Sabah Kitapları, 1994- İstanbul









 
Sterka Rizgari Dergisi, s.17, İstanbul 1998

Yorumlar