Bürokrasilerin Egemen Sınıf Olarak İkame Olması;Sosyalizm ve Siyasal Yabancılaşma (1)

Sterka Rizgari Dergisi S.18, 06-07/ 2000 

 17.sayımızda “Sanal Sosyalizmden Çıkış yada Ekim Devriminin Sovyet Bürokrasisinden Kurtuluşunun 10. Yılı[1] makalemizde “Bürokrasi ve sınıf ilişkileri” ile “sosyalist iktidar” veya “sosyalist kuruluşların yozlaşmaları, tıkanmaları, geri dönüşlere” ilişkin tartışmaları başka bir yazıda ele almak istediğimizi belirtmiştik. Bu makalede bu başlıkları irdelemeye çalışacağız.

Tarihten Dersler Çıkarmak

1871 Paris Komünü 70 gün yaşayabilmişti.

1917 Ekim devrimi ile açılan ve onlarca sosyalist devrim ve iktidar döneminin gerçekte ne kadar ayakta kaldıklarını biliyor muyuz? 70 yıl mı? Yoksa daha mı az?

Bu soru sosyalist inşa deneyimlerinin akıbetleri üzerinde sorumluca durmayı gerektiriyor. Çünkü bunlar, dünya işçi sınıfının ve ezilen halkların ortak mirası, kazanımları, deneyimleridir. Unutmamak gerekir ki ilk sosyalist inşa deneyimine girişen öncü kadroların ellerinde teorik öngörüler dışında referans alabilecekleri bir başka model, bir inşa deneyimi yoktu. Her şey tarihsel zorunluluklar,RASTLANTILAR, imkanlar ve koşullar içinde gelişti. Bunları iyi anlamak, başarının veya başarısızlığın temellerini iyi kavramak gerekiyor. Bu kadroların belki mazeretleri vardı. Ama bizim mazeretimiz yok. Çünkü arkamızda ve önümüzde milyonlarca emekçinin mücadelesiyle örülmüş muazzam bir birikim duruyor. Bu birikimden grupsal duruşları haklı çıkaracak malzemeler cımbızlamak bir şeye yaramayacaktır.

Marks, Engels, Lenin’den yerli yersiz yapılan alıntılar bütün bu olguları açıklamaya yetmiyor, yetmez de. Ama bu yetmezlik daha çok onların değil, karşılaşılan sorunlara kolayca bu alıntılarla cevap vermeye çalışanların yetmezliğidir. Çünkü karşılaşılan her problemin tanımı da çözümü de aynı olamaz; her problemin tanımı ve çözümüne aynı reçeteyi dayamak bilginin değil cehaletin göstergesidir. Marksist ustaların değil, onların öğretilerinin üzerine bir tek tuğla dahi koyamamış olanların cehaleti..

Biz sosyalistler, belki polis devletiyle, yargılamalar, zındanlar, sorgulamalarla fazla haşır neşir olmanın sonucu olsa gerek; özellikle tarihsel olgulara dedektif hikayesi ya da dava dosyası gibi yaklaşıyoruz çoğunlukla. Ya katili/katilleri iz sürüp bulmak; ya “suç” ve “suçlu”yu yakalayıp yargılamak; ya da birilerini savunmak üzere analizler yapıyoruz çoğunlukla.

Oysa dedektif, savcı ya da yargıç rolünü bırakıp; bilim adamı tavrı, mühendis-teknisyen titizliği takınmak daha doğrudur. Böyle olunca sosyalist kuruluşun, sosyalist iktidarın yaşadıkları sorunlar, açmazlar daha doğru kavranabilir. Teorik ideolojik çözümlemelerde aksayan şeyleri bulmak; uygulamanın ve özgün koşulların çıkardığı sorunları tartmak, zorunluklar veya iradi hataların rollerini birbirinden ayırtetmek ancak böyle mümkün olabilir.

Bunun için kadavraya öncelikle yetkin bir otopsi yapmak gerekiyor. Çünkü O’nun henüz bir “cinayete mi kurban gittiği” yoksa “doğal bir ölümle” mi kaybedildiği konusunda bile tam bir görüş birliği içinde değiliz. Anolojilerin yanıltıcılığına karşı duyarlı olmakla beraber, örneğimizden gidersek, ben, ölümün öncelikle doğum ve gelişme dönemindeki bir sürü terslik ve travmalar sonucu oluşan sakatlıklara, hastalıklara bağlı olduğunu düşünüyorum.

Sosyalizm İkinci Ütopya Dönemini Yaşıyor.

İnsanlık, sosyalizm ütopyasının bilimsel bir teori haline getirilmesinden ve onun bir siyasal iktidar aracılığıyla yaşam tarzı olarak kurulma çabalarından/pratiklerinden çok şey kazandı.

Günümüze gelindiğinde sosyalizm inşa deneyimlerinin /ya yozlaşarak, ya hiç kurulamayarak, ya da yenilgiye uğrayıp yüz-geri ederek/ bir biçimde başarısız kalmaları; insanlığın bundan hiçbirşey kazanmadığı anlamına gelmiyor. Tersine;

En başta sosyalizm ütopyasının gerçekleşebilirliği konusunda çok daha ileri bir bilgi ve deneyim birikimi oluşmuştur.

İkincisi ve belki de en önemlisi emperyalist-kapitalist sistemin kendini yenileme başarısı göstermesinden bahsedilebilecekse, bu, kendi iç dinamikleri nedeniyle değil, ancak sosyalist iktidarların ve bizzat sosyalist siyasal mücadelenin her alandaki büyük iç ve dış baskısı nedeniyle mümkün olabilmiştir.

XX. yüzyılın başlarında Marksistlerin tesbiti; “artık bir dünya düzeni haline gelmiş olan emperyalist kapitalizmin en üst aşamasına varmış olarak, üretici güçlerin gelişmesini sağlamaktan uzak, tersine bizzat onun önünde gerici bir engel haline geldiği ve yine bizzat bu üretici güçlerin ileri doğru gelişme eğilimi karşısında kaçınılmaz olarak büyük bunalımlarla karşılaşacağı ve bu büyük bunalımların doğuracağı devrimci ortamların proletarya iktidarlarının sosyalizmi kurmasıyla sonuçlanacağı” öngörüsüydü.

XX. yüzyıl boyunca süregelen amansız sınıf savaşımının özü; işçi sınıfının sosyalizm bayrağı altındaki iktidar mücadelesi, özellikle proletarya, köylü ve küçükburjuva kütlelerin emperyalizme karşı verdikleri ulusal kurtuluş ve demokrasi mücadelelerinin enternasyonalist devrimci blokuyla; emperyalist- sistemin büyük paylaşım savaşları, gerici diktatörlükler, faşist iktidarlar, sömürge savaşımlarıyla emperyalist burjuvazinin uluslararası gerici siyasi-askeri bloku arasındaki amansız mücadeledir. Bu mücadele yalnızca siyasal alanda değil, daha çok öne çıkan yanıyla askeri, bunun bir adım gerisinde yürüyerek ideolojik-felsefik-ahlaki her boyutta yürüyen bir sınıf savaşımıdır.

XX .yy’da yaşanan iki büyük bunalım ve paylaşım savaşının ortamında insanlık büyük kırım ve yıkımlarla karşı karşıya kalmış, ama Marksizmin öngörüsünü doğrulayan bir tarzda her bunalım döneminden bir dizi ülkede sosyalist iktidarların kuruluşuyla çıkılmıştır.

İlkinde Rusya’da bütün dünyayı derinden sarsan 1917 Büyük Ekim Devrimi; ikincisinde Asya ve Afrika’nın ulusal bağımsızlık savaşlarıyla birlikte Çin devrimi.. Ama her ikisinde de üretici güçlerin gelişmişliğini temsil eden Avrupa, devrim dalgasını kaçırmıştır.

Ekim Devriminin yolundan ilerleyen proletarya, I. Paylaşım savaşı sonrasında önce Almanya’da başkaldırarak yenilmiş; ardından köylü hareketinin zayıflığı nedeniyle Meksika devrimi; bütün ihtilalci özüne ve çok renkliliğine karşın kuşatmayı aşamayarak İspanya devrimi boğulmuştur..

İşçi sınıfının Avrupa’da sosyalist iktidarlar kurabilme şansını kaçırmasında uluslararası sosyalist hareketinin önderliğinin ve II. Enternasyonal partilerinin zaaflarının önemli bir rolü vardır. Avrupa devriminin başarısız kalmasının sınıf savaşımını olumsuz yönde etkileyen iki büyük sonucu olmuştur; Her şeyden önce sosyalizmin kurulma deneyimi Rusya gibi üretici güçlerin, toplumsal örgünün Avrupa’ya göre daha geri olduğu bir ülkeye kalması ve bu iktidarın büyük bir askeri-siyasal kuşatma altında kalarak içe dönmesidir. Böylelikle sosyalist devrim, işçi sınıfının nicelik ve nitelikçe yetkin olduğu Avrupa’dan, küçük-burjuva köylü kitlelerinin ağırlıklı olduğu Kuzey Asya’ya sıkıştırılmış olmaktadır.

Sosyalizm deneyimlerinin uğradığı sektede bu faktörün belirleyici bir rolü olduğu söylenebilir.

Diğer önemli sonuç ise yenilgi sonrasında adeta bir gaz kütlesi gibi parçalanarak genişleyen küçük burjuva kitleler üzerinde yükselen faşizm olgusudur. Faşist hareketin emperyalist burjuvaziyle müthiş izdivacı, bütün dünyayı kasıp kavuran bir dünya gericiliğine, soykırımlara, büyük yıkım ve savaşlarla yürüyen bir faşizm dönemine yol açmıştır.

Meksika devrimi’nin yenilgisi de; militarist-bürokratik elitlerin, büyük sermayenin bekçileri olarak kurdukları askeri diktatöryal rejimlerle tüm Amerika kıtasına egemen olmasıyla ifadesini bulur. Öyleki bu rejimler II. Paylaşım savaşı öncesi ve sonrasında Avrupa ve tüm dünyadaki karşı devrim hareketlerinin gübreliği ve korunağı olmuşlardır.

II. Paylaşım savaşı ise 3. Enternasyonal partilerinin faşizm karşısındaki zikzaklı tutumları ve SSCB’de devrimin içe dönerek kendi kendini yemeye başladığı bir dönemde tüm devrim güçlerini hazırlıksız yakalar.

II. Paylaşım savaşının kaderini de sonuçlarını da üniformalar belirlemiştir. Başlangıçtaki siyasal ve askeri zaafların en büyük bedelini 17 milyon insanla SSCB ödemiştir. Nazilerin Moskova önlerine kadar ilerlemelerinden sonra bu saldırıyı kahramanca direnişleriyle durduran SSCB halkları ve emekçileri olmuştur. Nazilerin, SSCB’yi yenmesini ve yorgun düşmesini böylece bir taşla iki kuş vurmayı bekleyen ABD ve İngiliz emperyalistleri ise ancak Nazi ordularının Rusya’da bozguna uğramasıyla savaşın kaderi belli olduktan sonra; ilerleyen Kızılordunun önünü kesmek ve Avrupa’daki anti-faşist gerilla direnişlerinin, partizanların sosyalist iktidarlarını önlemek için savaşa yüklenmişlerdir.

II. Paylaşım savaşının sonuçları bu nedenle yine “Avrupa’da engellenmiş bir sosyalist devrim dengesi” üzerine şekillenmiştir. Avrupa sosyal-demokrasisi de Avrupa komünizmi de bu koşulların ürünüdür. Fransa ve İtalya yurtsever anti-faşit gerillalar ile ağırlıklı olarak komünist partizanların yeraltı direnişleri ile kurtulmuşlardı. Balkan halklarının Osmanlı İmparatorluğuna karşı yürüttükleri ulusal direnişlerinde kurumlaşıp gelenekleşen “çete” savaşlarını geliştirerek; aynı partizan savaşı silahını Nazi işgaline karşı da kullandılar. Yunanistan, Arnavutluk, Yugoslavya ve Bulgaristan direniş savaşlarıyla ve komünist partlerinin öncülüğünde özgürlüğü yakalamışlardı. Polonya, Romanya, Çekoslovakya, Macaristan ve nihayet Almanya ise Kızılordu sayesinde Nazi işgalinden kurtuldular. Fakat Müttefikler blokunun Yalta ve Postdam’da arka arkaya düzenledikleri paylaşım ve denge toplantıları Kızılordu’nun ilerleyişini Doğu Avrupa’da durdurmakla kalmadı, Avrupa’da kapıya dayanan sosyalist iktidar alternatifini de yine doğuya itti. Fransa, İtalya ve Yunanistan çizginin beri yanında kaldıkları için “Batı Bloku”na dahil oldular. Kitle tabanı zayıf olmasına rağmen Polonya, Romanya Çekoslavakya ve Macaristan ise “Doğu Bloku”nun üyesi olmak zorunda kaldı. Almanya ikiye bölündü; ünlü “Berlin Duvarı” ve Avrupa demokrasileri de bu paylaşım dengesi üzerine kuruldu. Kısaca emperyalist burjuvazi iç dinamiklerle gelişen devrimler karşılığında zoraki “Halk Cumhuriyetlerini” karşı bloka hediye etmiş oldu.. Sonuçta kendisi kazandı.

Enternasyonalizme Ne Oldu?

Enternasyonalizm anlayışı, proletaryanın sınıf mücadelesinin biçimde “ulusal” olmakla birlikte özünde sınıfsal olduğu ve uluslararası bir nitelik taşıdığı kavrayışına dayanır. Kapitalizmin uluslararası egemenliği, dünya proletaryasının da, her türlü ulusal ayrımın üzerinde uluslararası bir örgüte ve mücadele çizgisine sahip olmasını zorunlu kılar. Bu nedenle proletaryanın enternasyonal örgütlenmesi taktik değil, stratejik bir değer taşır.

Rızgari dergisi, Komünist Enternasyonal’in lağvını “Emperyalist burjuvaziye ideolojik -politik teslimiyet ve proletarya enternasyonalizminin kurşuna dizilmesi”[1] olarak nitelendirirken, bu konuyu tartışmıştı. 1945’de III. Enternasyonal lağvedildiğinde, “Milli Komünizm” de resmileşmiş oldu. Gerçekte o tarihlerde zaten tüm işlevini yitirmiş ve içi boşaltılmış bir kurum haline gelmişti. Genel olarak Enternasyonal , Sovyet bürokrasisinin ve SSCB diplomasisinin bir aracı haline getirilmiş bulunuyordu. Stalin’in açıklamaları, çoktan siyasi mevta haline gelmiş bu kurum için bir fatihadan öte bir anlam ifade etmiyordu. Enternasyonal, SSCB Dış politikası için gereksizleştiği hatta ayakbağı olduğu andan itibaren de kaldırıldı.

Enternasyonal, bir örgüt olarak varlığını yitirdikten sonra da enternasyonalizm anlayışı bir süre, önder parti olarak SBKP kabul edilip, sosyalizmin uluslararası çıkarları da SSCB devletinin yürüttüğü diplomasiyle özdeşleştirilmeye devam edildi..

Böyle bürokratik bir aygıt olan III. Enternasyonal artık dünya proletaryasının uluslararası politik örgütü olma vasfını da yitirmiş olmaktaydı. Hatta Ekim devriminin ve Marksizm ve Leninizmin prestiji gibi bir çok ideolojik silahı elinde bulundurduğu için, birçok devrimci süreci pragmatist devlet politikaları uğruna barajlamaya kadar varan tutucu bir işlev de görmeye başlamıştı.

Örneğin; TC’de Kemalist iktidar, ülkedeki tüm gerici, anti-komünist pratiğine, sömürgeci işgal ve kurumlarına rağmen; Enternasyonal tarafından hala SSCB’ye karşı aldığı diplomatik tavra göre değerlendiriliyordu. Bu nedenle Kemalist iktidar Türk Komünistlerine müttefik olarak lanse ediliyordu. TKP geleneği ile III. Enternasyonalin tavrını birbirinden çok farklı olarak değerlendirmek mümkün değildir..

Keza III.Enternasyonal SSCB dış politikasına bağlı olarak Alman Faşizmi ile imzalanan Hitler-Stalin Paktı’nı üye partilere benimsetmeye çalışabilmiştir. Ülkeleri Alman faşistleri tarafından işgal edilirken; Polonyalı, Çekoslavakyalı komünistler, enternasyonalin SSCB ve III.Reich’in işbirliğinin devrimci özü üzerine vaazlarını dinlerken dehşete düşmüşlerdi.

Daha 1938’de bir alternatif olarak kurulmuş olan IV. Enternasyonal ise ideolojik-politik kuşatılmışlık çemberini kırabilmiş değildi.

XX. Yüzyılın son on yılında “ulusalcılık” yeniden canlanma dönemini yaşıyor. Bugün artık “proletarya enternasyonalizmi” bayrağına sarılan pek fazla kimseye rastlanmıyor. Enternasyonalizm, sadece Kürtler, Eritreliler ya da Basklılar gibi ezilen ulus kurtuluş hareketlerini azarlamak için ezen ulus sollarınca hatırlanıyor.

 Üçüncü Dünya Retoriği

 II.Emperyalist Paylaşım savaşından sonra kurulan siyasal dengeler, dünyayı iki ana kampa bölmüştü. ABD ve SSCB karşılıklı “soğuk savaşın” odakları olmalarına rağmen bu güç dengesinin korunması yolunda uzlaşıyorlardı. Bu durum ileri ülkeler proletaryası ile sosyalist kamptaki devletleri, dünyanın diğer yarısındaki emekçi kitlelerin çıkarlarını farklılaştırdı. Dünya Devrimci kuşağı bir kez daha sanayileşmiş ülkeler proletaryasından yarı-sömürge ve sömürge Doğu ve Güneyli ülke emekçi kitlelerine kaydı. Bu olgu köylülüğe dayanan. yarı feodal kültürden, kır yoksullarından çıkış yapan bir Üçüncü Dünya retoriği yarattı.

Avrupa proletaryası, burjuva demokrasisi içinde reformist dönüşümleri benimseyen bir çizgiye çekilmişti. Bunun SSCB’deki izdüşümü ise “toplumsal ilerleme”, “barış içinde bir arada yaşama” ve “barış içinde geçiş” olarak belirmekteydi. Sovyet bürokrasisinin uluslararası çıkarı dünya çapında statükoyu bozmaya değil, korumaya yönelik olduğundan tutucu bir işlev görüyor ve kaçınılmaz olarak, devrimci radikalizmin çıkarlarıyla çelişiyordu. SSCB’nin uluslararası işçi sınıfının önderi ve kurtuluş savaşlarının koruyucusu olma imajı 1960’lar da tümüyle yıkıldı.

Devrimci radikalizm proletaryadan küçük burjuva sınıf ve tabakalara, özellikle öğrenci gençliğe, aydınlara doğru kaydı. Yarı sömürge ve sömürge ülkelerde ise devrimci çekim merkezini, kırlardan beslenen ulusal kurtuluş mücadeleleri oluşturdu.

Fred Halliday’ın de belirttiği gibi;

“Bunlar metropolitan orduların terörüne ve ihtiyatlı Sovyetlerin diplomatik buyrultularına meydan okumaktadırlar. Bundan dolayı Stalin’in 1945’den sonrası Avrupa’da inatçı uzlaşmacılığı, Uzak Doğu’da Çinli ve Koreli komünistlerin bağımsız insiyatifleri sonucu dramatik biçimde etkisizleştirilmişti. Daha sonra Kruşchev’in Amerika ile anlaşma yolları araması, 1959 Küba Devrimine ABD’nin misillemede bulunması, barış içinde bir arada yaşama konusunda Çin’in inatlaşması ve Vietnamlı komünistlerin ülkelerini birleştirmeye yeniden karar vermeleri ile durduruldu. Brejnev’in 1970 başlarında giriştiği Detant politikası ise 1974 ve sonrası Üçünçü Dünyayı silip süpüren devrimlerle etkisini yitirdi gitti.” *

Amerikan Emperyalizmin dünya jandarmalığı için Uzak Doğu’da giriştiği güç gösterisi devrimci dalga ve ulusal direnişlerle kırıldı.

Emperyalist Metropollerdeki sınıf uzlaşmacılığı ise Avrupa ve Amerika’yı kasıp kavuran 68 fırtınasıyla sarsıldı. “68 Devrimi” de daha çok öğrenci gençlik ve aydın tabanı üzerinden yükseliyor ve yarı sömürge emekçilerinin isyanıyla örtüşüyordu.

Bu nedenle 70’li yılların ihtilalci kuşağını Vietnam, Latin Amerika ve Afrika’daki devrimci savaşımlar, Avrupa’daki öğrenci hareketleri temsil etti. Uluslarası harekette ideolojik bölünmeler ise daha da derinleşerek çok merkezli hale geldi. ÇKP ve daha sonra AEP gibi odaklar ortaya çıktı.

Ne varki devrimci dalganın bu yeni kabarışı ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin dayanışması, proleter enternasyonalizmin yeniden canlanması anlamına gelmedi.

Herşeye rağmen SSCB’nin varlığı ve nükleer savaş tehdidine dayalı statik bir dengenin korunma isteği, Batılı Emperyalistlerin saldırganlıkları karşısında caydırıcı bir işlev gördüğünü de unutmamak gerekir. Sovyetlerin bu ikili rolü, süper güçler arasındaki savaş gerilimini “üçüncü dünya” ülkelerini konvansiyonel bir hesaplaşma alanı haline getirmişti. Bu durumda kendi coğrafyasını çok iyi tanıyan, kitlelerden güç alan, küçük ve hareketli birliklerle savaşan üçüncü dünya devimcileri gerilla savaşı ile bu konvansiyonel hesaplaşmayı kendi lehlerine çevirme başarısı göstermeye çalıştılar.

“Bürokrasi/Sınıf /İkâme”

Marksist devlet kuramında bürokrasinin kendi başına sosyal bir sınıf olup olmadığı bir hayli tartışılmıştır. Bu sorunun karşılığı hep olumsuzdur. Bir üst-yapı kurumu olarak devletin, sosyal sınıflardan herhangi birisi tarafından tek başına ele geçirilemediği ya da elde tutulamadığı geçiş koşullarında; örneğin Bonapartizm ve Bismarkcılık gibi sınıflar karşısında görece özerkleşmiş ve sanki kendi adına hareket ediyormuş gibi işleyen devlet modelleri olabileceği, sosyal sınıflara buyurganlık yapabileceği de kabul edilmiştir.

Biz de buna Rizgarî’de Kemalist Devlet örneğini verdik. Bir farkla ki Kemalizm, sınıflar karşısında “görece özerk” olmakla beraber, burjuva sınıfının vesayetini, onun adına sistemin örülmesi işlevini de üzerine almakdaydı; Bu sayede de özellikle militarist-bürokrasi ekonomi ve politikada sürekli ve kalıcı ayrıcalıklar elde etti; bürokrasi sadece devlet yapısı içinde değil, sistemin organik bir ögesi olarak kendisini mülk sahibi bir sınıf olarak ikâme edebildi.

Bu olgunun tarihsel temelleri Selçuklu ve Osmanlı devlet yapısına kadar dayandırılabilir. Tüm Osmanlı tarihinde devlet, başta, işgal edilen topraklar olmak üzere, üretim araçlarının, “mülk”ün biricik sahibidir. Bu ona aynı zamanda köklü bir siyasal güç kazandırmaktadır. Osmanlı devletinin bu özelliği Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi ve burjuvazinin oluşum sürecinde de özgün iktidar ve sınıf mevzilenmelerini belirlemiştir. Kemalist devlet bu olguların mirasçısıdır. Okuyucu Stêrka Rizgarî’nin geçen sayılarında “Devlet” konusunda bunu epeyce tartıştığımızı hatırlayacaktır. 2 Militarist bürokrasinin Türkiye’de resmi ideolojiyi yapan, resmi politikayı saptayan bir kurum ve aynı zamanda tekelci sermayedar bir grup olduğu, olduğu unutulmamalı. Dolayısıyla elinde büyük bir silahlı güç bulunduran, ideoloji ve politika yapan, yöneten ve aynı zamanda toplum artı-değerin büyük bir bölümünü denetleyen bir siyasal güçle karşı karşıyayız. Bu, emir-komuta kademesiyle tekçi-otoriter bir örgütlenmenin elindedir.  Türkiye’de Kemalist devlet, diğer örneklerde bürokratik aygıtların ğgücü buradan geliyor.

Devletin sınıflar karşısında “görece özerk”leşmesi olgusuna sosyalist iktidarların bürokratik aygıtlar olarak yozlaşmaları örneğinde de karşılaşmaktayız.

Marksist teoriye göre “sosyalizmin kuruluşu olanaklı ve kaçınılmazdır.” Ama sosyalist üretim ilişkilerinin kuruluşu zorunlu olarak yukarıdan aşağıya doğru yani devlet eliyle yapılacaktır. Sosyalist kuruluş teorisine göre devlet aygıtının sosyo-ekonomik temeli üst-yapıdan sonra gelecektir; kurulacaktır. Diyalektik-tarihsel materyalist öğretiye göre bütün toplumsal üretim tarzlarında /ilkel komünal, köleci, feodal ve kapitalist üretim tarzlarında/ sosyo-ekonomik alt-yapı üst-yapıyı belirlemekte; hukuk, devlet, ahlak, din gibi üst-yapı kurumları sosyo-ekonomik temelinden sonra oluşup güçlenmektedir. Paradoksal olarak sosyalist toplumun üst-yapısının ise, bunun aksine kendi üretim ilişkilerinin kuruluşundan önce geleceği öngörülmektedir. Burada subjektif öge belirleyici hale gelmektedir. Aynı anlama gelmek üzere proletarya iktidarı/parti aygıtı bütün bunları kendisi oluşturmak zorundadır. Burada subjektif koşulun önceliği ve üstünlüğü, işçi sınıfının üst-yapıyı hiç bir biçimde denetleme imkanının olmaması halinde onu kaçınılmaz olarak yozlaşmaya uğratmaktadır.

Marks ve Engels, sosyalizmin kurulma koşullarını sayarken “üretim araçları ve bir bütün olarak üretici güçlerin ileri gelişme düzeyini ve dünyanın üretici güçlerinin önemli bir bölümünün proletaryanın elinde toplanmasını asgari koşul” olarak belirlemişlerdi. Oysa sosyalist iktidar, üretici güçlerin çağdaşlarına göre çok fazla gelişmediği, dünya proletaryasının ise çok sınırlı bir bölümünü barındıran Rusya’da gerçekleşti.

Hem sosyalist toplumun kuruluşunun objektif koşulları ve olabilirliğinin tartışıldığı, hem de toplumsal yapıda henüz varolmayan üretim ilişkilerinin bizzat oluşturulmasının iktidar aygıtına yüklediği misyon, sosyalist kuruluşun bir paradoksudur. Bu durum bürokrasilerin, kendini sosyal sınıflar yerine ikâme edebilmesinin de maddi zeminini sunmaktadır. Üretici güçlerin oldukça zayıf olduğu, kuşatılmış koşullarda, işçi sınıfının sosyalist iktidarı denetleyip sosyalist demokrasiyi işletme koşullarının kaldırılması, sisteme yabancılaşması, bürokrasinin toplumsal artı-değeri mutlak olarak denetleyen, mülk sahibi bir sınıf olarak ikâme olmasını da “kader” haline getirir.

“Sosyalist İktidar” kavramının burjuva devlet aygıtının basit bir biçimde ters yüz edilmesi; burjuva kurumların el değiştirmesi olarak ele alınması; Devletin buyurganlığı ve yapıcılığı; öncü, seçkinci aydınların toplumsal yapıyı istedikleri gibi düzenleyebilecekleri sanısı; örnekleri üzerinde çokca tartışacağımız sosyalizmin başarısız kuruluş deneyleriyle sonuçlanmıştır.

Bürokrasinin “Egemen Sınıf” Haline Gelmesi

Subjektif ögeye “bu kadar belirleyici tarihsel rol biçildiği bir  yerde, komünist öncünün”, işçi sınıfının bizzat kendisinin gerek emperyalist savaşta ve gerekse uzun yıllar süren iç savaş sırasında büyük bir kadro ve nitelik kaybına uğradığına dikkat çekmek gerekir. Proletarya bir hayli zayıflamış ve yorgun düşmüştür, sınıfın ileri işçileri ve öncü kadroların çoğu kaybedilmiştir. Bolşevikler gerçi bütün bu süreçlerden “zafer”le çıkmışlardır ama bu adeta “Pirus zaferi”* dir. Parti kadroları ve koskoca politik aygıtın içi Bolşeviklerin zaferinden pay kapmak isteyen her türlü çıkarcı tarafından, siyasal güce yaranarak imtiyazlarını korumak isteyen memurlar, eski rejimin bürokratları tarafından doldurulmuştu. Bu süreçte sosyalist değerlere özünde yabancı ne kadar grup varsa Bolşevik iktidarı sahiplenerek, onu adeta işgal ettiler.

Diğer nesnel olumsuz koşulların yanısıra sınıf ve parti dokusundaki bu aşınma sosyalist iktidarın da kaderini belirleyecektir. Bolşevik önderlerin bazı öngörü ve uyarılarına karşı Partinin çok kısa sürede bürokratik yozlaşmaya, toplumun ise siyasal yabancılaşmaya uğramasını açıklayan en önemli cevap anahtarlarından biri buradadır.

Burjuva devlet cihazının parçalanması ve ele geçirilmesi ile sosyalist iktidarın kendine özgü bir aygıt yaratması arasında derin bir uçurum vardır. Eski imtiyazlı sınıfların mensuplarının “uzman” ya da devlet memuru sıfatıyla Sovyet kurumlarına doluşmaları, Lenin’i 1920’deki XI.Parti kongresine bir uyarı mektubu göndermek zorunda bırakmıştır. Lenin bu durumu eleştirirken, Bolşevikleri, fethettikleri ülkenin üstün kültürü altında ezilmiş fatihlere benzetiyordu. “Onların kültürü , adi ve sefildir. Yine de bizim kültürümüzden çok daha büyüktür. ‘Geniş bürokratik aygıtı’ yönetmekte olan sorumlu komünistler değildi. Farkında olmaksızın bizzat kendileri yönetilmekteydi.”[1]demektedir.

Bürokrasinin nasıl yeni bir “egemen sınıf” haline geldiği ve proletarya iktidarıyla kurulmaya çalışılan sosyalist sistemin nasıl yabancılaştığını en yalın biçimde gösteren örneklerin başında uluslar sorunuyla ilgili uygulamalar gelir. Ekim Devrimiyle birlikte “kendi kaderini tayin hakkı prensibi” uyarınca bağımsızlaşıp özgürleşen ulusların, bürokratik aygıt tarafından “ulusların gönüllü birleşmesi” adı altında zorla yeniden Rus merkezi sistemine bağlanmasıyla kendini ele vermektedir.

Lenin, tanık olduğu ilk uygulamalara  ileri görüşlülükle karşı çıkar. Sovyet İktidarının ilk yıllarında Rus bürokrasisinin henüz ‘sovyet aygıtı’ haline gelmediğini ve bu aygıtla yapılacak bir birliğin ‘kağıt üzerinde’ kalacak ama muhteva olarak büyük-Rus milliyetçiliğini ihya edeceğini belirtir. Bu konudaki kaygılarını Gürcüstan sorununu tartıştığı “Özerkleştirme Üzerine Notlar”ın da (30-31 Aralık 1922) şöyle dile getirmektedir:

“...Birleşik bir aygıtın gerekli olduğu söyleniyor. Bu inanç nereden geliyordu? Bu, günlüğümün daha önceki bölümlerinde belirtmiş olduğum gibi Çarlık’tan aldığımız ve bir miktar Sovyet yağı ile yağladığımız o aynı Rus aygıtından ileri gelmiyor mu?

Kuşku yok ki bu önlem bu aygıtımızın kendi öz aygıtımız olduğu konusunda emin olduğumuzu söyleyebilene dek bir süre ertelenmeliydi. Ama şimdi mutlaka bunun tersini kabul etmek zorundayız; Kendimizin diye adlandırdığımız bu aygıt gerçekten henüz bize oldukça yabancıdır; Bu, burjuva çarlık türlüsüdür. Ve öteki ülkelerin yardımı olmaksızın geçen yıl içerisinde bundan kurtulma olanağı yoktu ve çünkü zamanımızın büyük bir bölümünde askeri çarpışmalarla ve açlığa karşı mücadele ile ‘uğraşmaktaydık.”[2]

Süreç kısa zamanda Lenin’in haklı olduğunu kanıtladı. Komünist, burjuva hatta aristokrat unsurların bürokrasi içinde erimesi iki yönlü bir etki yaratıyordu. Bu eski “unsurların” Sovyet rejimi ile uzlaştığını göstermekle kalmıyor, aynı zamanda rejimin “Rus” geleneklerine daha az olumsuz bakılmasına da yol açıyordu.

SSCB’nin kuruluşu sırasında partinin Rus Komünist Partisi olan adının Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) olarak değiştirilmesinin bile direnme ile karşılaştığı düşünülürse sorunun boyutları daha net görülecektir.

1923’te XII. Parti Kongeresinde bazı komünistlerin bile Sovyet Cumhuriyetlerinin, ulusların milliyetçi eğilimlerini tatmin etmek için geçici süreler için kurulmuş olduğunu düşündüklerini yazıyordu. Aynı düşünce yerel organlarındaki Sovyet devlet memurları tarafından da, cumhuriyetlerin giderek tasviye edileceği biçiminde paylaşılıyordu. Bu Cumhuriyetlere eşit haklara sahip devletler olarak bakılmıyordu.[3]

Proletarya ile köylülük arasındaki ittifak olgusu da kısa süre içinde, öncü Rus proletaryasının ezilen ulusların köylüleriyle ittifakı ve nihayet onları yönetip yönlendirmesi biçimlerine büründürülerek, Rus bürokratlarının geleneklerini gizleyecekleri bir kılıf haline geldi. Stalin işçi-köylü ittifakı ve milliyetler sorununu şöyle bağdaştırıyordu:

“..Ulusal sorunun özü nedir? Ulusal sorun nedir? Ulusal sorunun sınıfsal özü-bizim koşullarımızda, Sovyetik koşullar içinde demek istiyorum- karşılıklı ilişkileri belirlemeye, bir zamanların egemen ulusunun, proletaryası ile, bir zamanların ezilen milliyetlerinin köylülüğü arasındaki doğru ilişkileri belirlemeye dayanır. (..) Buradaki işimiz bir zamanların egemen ulusunun, tüm federasyonumuz proletaryasının en kültürlü katmanını teşkil eden proletaryası ile, köylülük arasında herşeyden önce, bir zamanların ezilen milliyetlerinin köylülüğü arasında doğru bir ilişki belirlemektir, sınıfsal özü buradadır. Eğer proletarya öbür milliyetler köylülüğü ile Rus olan herşeye karşı bu köylülüğün duyduğu, ve Çarlık siyaseti tarafından onlarca yıl boyunca ekilip yerleştirilmiş olan tüm güvensizliğin kalıntılarını yok etmeye yetenekli ilişkiler kurma başarısını gösterirse; eğer Rus proletaryası, üstelik karşılıklı bir güven sağlama başarısını yalnızca Rus proletaryası ve köylülüğü arasında değil, ama Rus proletaryası ile öbür milliyetler köylülüğü arasında gerçek bir ittifak kurma başarısını gösterirse sorun çözülmüş olacaktır.”[4] 

Ulusal Sorun ve Bürokrasi

Proletaryanın köylülükle ittifakı, Ekim Devrimi’nin itici güçlerinden biriydi. Çarlık Rusyasında sanayii proletaryasının ezici bölümünü Ruslar oluşturmaktaydı. Hatta Bakü, Taşkent, Kazan gibi Rus olmayan şehirlerde bile proletaryanın ağırlıklı bölümü Ruslardan oluşuyordu. Buna koşut olarak RSDİP’in kadrolarının ağırlıklı bir bölümü de Rustu. Karşılık olarak Rus köylülerini ayrı tutarsak ezilen ulusların ağırlıklı bir bölümü de “köylü uluslar”dı.

Dolayısıyla Proletaryanın köylülükle ittifakı, Rus köylüsü dışında “ulusal” bir biçime dönüştü. İşçi-köylü ittifakında proletaryanın öncü, yönlendirici rolü kolayıkla Rus proletaryasının, “köylü ulusları” vesayet altına alması, önderlik etmesi eksenine oturmuş oldu. Çarlık Rusyasının ezen ezilen ulus ikilemine son verilirken yerine önder ulus ve vesayet edilen ulus ikilemi gelmişti. Eski Çarlık bürokrasinin yeni siyasal güçle uzlaşmasıyla birlikte bu biçim kolaylıkla yöneten ulus, yönetilen uluslar ikilemine döndü. Büyük Rus proletaryası adına hareket eden Sovyet Bürokrasisi, geri uluslara, köylülüğe önderlik etme, onları yönetme hakkına sahipti ve bunu “sosyalist bir görev” olarak yapmaktaydı!

Sonuçta Ekim Devriminin devrimci taktiği, Sovyet bürokrasisinin, uluslar üzerindeki buyurganlığının teorik kılıfı haline sokulmuş oldu. Rus bürokrasisi ezilen uluslara tepeden bakan, onlara buyurganlık eden Büyük Rus geleneğini kolayca bu “öncülük” sıfatıyla özdeşleştirmişti.

Parti kadrolarında Rus milliyetçiliğine ve şövenizme karşı daha önce varolan hassasiyet giderek azaldı. Ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği aynı derecede zararlı görüldü. Bundan da Rus milliyetçi yaklaşımı faydalandı. Çünkü diğer küçük uluslara mensup yöneticiler, “milliyetçilik”le suçlanmamak korkusuyla, ulusal haksızlıkları basitleştirmeye çalıştıkları gibi, daha çok Rus kafasıyla hareket etmeyi “enternasyonalist olma”, ulusların kaynaşmasının bir gereği gibi kabul etmeyi başardılar.

SSCB’de “ulusal sorunun tamamen çözüldüğü, tam ve gönüllü bir kaynaşmanın yaratıldığı” tezi de tıpkı “sosyalizmin kurulduğu, komünizme geçildiği” tezi gibi resmileşti ve tartışmasız kabul edildi. Bundan sonra da artık SSCB’de uluslar bahsinde, gerçeklerin yerini “parlak söylevler” aldı. Apaçık ulusal eşitsizlik ve haksızlıklarda bile yerel parti örgütleri “milliyetçi”likle suçlanmamak korkusuyla bunları tartışmaktan kaçındılar. Sosyalist inşaanın yozlaşması, içten içe diğer sorunlar gibi ulusal sorunların da günümüze kadar birikmesine neden oldu.

1990’lı yıllarda bürokrasi, dünya kapitalist piyasasına entegrasyon programına uygun yeniden yapılanmalara giriştiğinde; ulusal çatışmaların, anlaşmazlıkların kaldığı yerden alevlenerek kolaylıkla savaşlara, etnik boğazlaşmalara dönüşmesinin temelleri buradadır. Bütün ulusların, ulusal toplulukların ayrılma ve bağımsızlık isteklerinin öne çıkması 70 yıllık uygulamaların ardındaki gerçeği ortaya koymaktadır.

Başta Baltık ve Kafkas Cumhuriyetleri olmak üzere tüm ögelerinin ayrılmaya kalkarak, SSCB’nin dağılması ona “Rus İmparatorluğu’nun son biçimi” olarak bakanları kaygılandırdı.. Merkezi bürokratik diktatörlük, geçici bir taktik geri çekilmenin ardından pençelerini, dişlerini göstermekte gecikmedi. Bir bütün olarak Rusya’yı sisteme kazanan emperyalistler ise, başlangıçta sırf SSCB’yi istikrarsızlaştırmak için destekler göründükleri ulusal bağımsızlık isteklerine bu noktadan sonra karşı çıkmaya başladılar. Çeçenistan’ın Rus tanklarıyla işgal edilmesine ses çıkarılmadı. “Gevşek” filan dense bile Rus İmparatorluğu, BDT /Birleşik Devletler Topluluğu/ adı altında geleneksel sınırlarını korumayı başardı.  


Yorumlar