Sterka Rizgari Dergisi S.18, 06-07/ 2000
Sosyalist İnşa Deneyimleri ve “Bağışıklık”
Bir an bu tezlerin doğru olduğunu, sosyalist kuruluşların bu önderlerin yitimi ardından yozlaşıp, çürümeye başladığını varsaysak bile, yine de ortada hiç yanıtlanmayan sorular bırakır bu açıklamalar. Örneklere göre; sosyalist iktidarlar, büyük sosyal çalkantılar ve devrim süreçleri sonrasında gerçekleşmiştir. Sosyalist inşa ise yine önemli zorluklar ve iç direnişlerle karşılaşmıştır. Ama her nedense bütün bu zorlukların üstesinden gelerek “sosyalizmi kurmuş” olan ülkelerin hepsinde de geri dönüşler, kapitalist restorasyon süreçleri hiç bir önemli direnişle karşılaşmaksızın sessiz sedasız gerçekleşmektedir. Ne kendi kazanımlarına sahip çıkması beklenen parti aygıtından, ne işçi sınıfından, ne de emekçi kitlelerden hiçbir karşı koyuş, hiç bir muhalefet hareketi görülmez. Restorasyon programı uygulayan ülkelere tepkiler kendi işçi sınıflarından değil, hep dışarıdan uluslararası çatışmalar boyutundan yükselmiştir. SSCB’yi Çin, ÇHC’yi Arnavutluk eleştirmiş, geri dönmekle, giderek sosyal-emperyalist politikalar izlemekle suçlamıştır
Devrimlerle kazanılan süreçlerin yozlaşmaları, çürümesi ya da “geri dönüşler”in bizzat aynı parti kadroları tarafından gerçekleştirilmesi ve buna karşı ne parti içinden, ne de işçi sınıfından herhangi bir muhalefet gelişmemesinde bir gariplik, bir terslik yok mudur? Yalnızca bu bile, sosyalizmin mükemmelen kurulmuş olduğuna dair anlatımların paradoksal biçimden çürütülmesine yeterlidir. En azından kurulu olduğu varsayılan sosyalist sistemin kendi kendini koruma ve savunma zaafı içinde olduğunu göstermektedir bize. Parti kadroları ve işçi sınıfının, kendi iktidarlarının temellerinin boşaltılması karşısında neden böyle duyarsız, savunmasız, tepkisiz, ilgisiz olduğunu anlamak zordur. Hangi sistem, hele devrimci bir iktidar bu kadar çalkantısız olarak kendi zıddına dönüşebilir? Kapitalizmden sosyalizme geçiş devrim yoluyla gerçekleştiği halde: Sosyalizmden kapitalizme geçişin evrim yoluyla oluşması mümkün müdür? Eğer böyle ise kapitalizmden sosyalizme geçişin de çatışmasız ve savaşımsız, evrimsel bir yol izleyeceğine hak verilmiş olunmamakta mıdır?
İşte can alıcı soru da budur: Bu bize sosyalizmin kuruluşunun başarıldığı iddia edilen ülkelerde, buralardaki “sosyalizmin” kitleler ve kadrolar nezdinde derin bir yabancılaşma ile karşı karşıya olduğunu gösterir. Üstelik sosyalizmin kuruluş aşamalarında Stalin, Mao ve Enver Hoca’nın muhaliflerine karşı ne kadar acımasız ve kararlı oldukları, “sosyalizmin düşmanlarına aman vermeyen” kaya gibi rejimler kurmuş oldukları iddie edildiğine göre, rejim kendi zıddına evrim yoluyla nasıl dönüşebilmiştir?
Bu , başkalarının ihaneti, dış koşullar vb. ile kolayca açıklanamayan bir iç zaaf göstergesi değil midir? En basitinden bu rejimler, çok iddialı oldukları halde “revizyonizme”, “geri dönüşe”, “kapitalist restorasyona” karşı kendilerin savunamamış, çok kolayca bu sürece teslim olmuşlar demektir.
Uzun süre bazı sosyalist teorisyenler geri dönüşlerin çatışmalı bir karşı-devrimle değil, tedricen evrimsel bir süreçle gerçekleştiğini savunmuşlardır. Yani sosyalist iktidarlar “karşı-devrimle” değil, “karşı-evrim!”le değişmiş olmaktadır.
Biz ise eğer bir geri dönüş sözkonusu ise bu geri dönüşlerin bir karşı-devrimle mi, bir evrimle mi gerçekleştiğinden çok; bütün bunlara karşı parti kadroları ve işçi sınıfından emekçi yığınlardan neden direniş gelmediği konusuyla ilgilenmeyi yeğliyeceğiz.
Çok gariptir ki, geri dönüş ve kapitalist restorasyona karşı çok duyarlı ve bilinçli olduklarını ilan eden ve SSCB’yi bu konuda kıyasıya eleştirmiş olan Çin ve Arnavutluk da SSCB’de eleştirdikleri akibetin aynısını yaşamaktan kurtulamamışlardır. Aynı tepkisizlik, ve sessiz onaylayıcı parti kadrosu ve kitle... Bu durum bu kadar çok eleştirici olmalarına karşın onların da “geri dönüşe” karşı geçerli bir savunma mekanizmalarının olmadığını gösteriyor.
Bu açıklamaların ortaya çıkardığı sonuç, adı anılan “sosyalizm”lerin kendilerini savunmak için bir bağışıklık sisteminden yoksun oldukları gerçeğidir. Bizce bunun açıklaması da “kitle”, “sınıf”, “parti”, “öncü”, “devlet ve birey” birey ve sosyo-ekonomik sistem arasındaki siyasal yabancılaşma olgusunda durmaktadır. Bu da bize, aslında bu rejimlerin değişmediklerini, yıkılmadıklarını, özgün bir iktidar biçimi olarak varolduklarını gösteren bir başka veri sunmuş olmaktadır.. Çünkü bu rejimlerin ana karekteri, bürokrasinin “egemen sınıf” haline gelmesi ve siyasal yabancılaşmadır.
Siyasal Yabancılaşma
Stalin, Kruşçev, Brejnev, Gorbaçov birbirlerinin yerlerini alıyorlar; hatta dönemler arasında birbirini reddeden siyasal uygulamalar oluşuyor ama bürokrasinin iktidarı aynı kalıyor... Stalin ve Kruşçev dönemlerindeki birbirine zıt söylemlere, uygulamalardaki müthiş farklılaşmaya rağmen, ne bir karşı-devrim ne de geri-dönüş söz konusu değildi. Çünkü bürokratik iktidar aygıtı ve onu denetlediği toplumsal sistem ana karekterini sürdürmeye devam ediyordu. Stalin sonrası gelen tüm parti yöneticileri ve uygulamalara SSCB proletaryasında, SBKP kadrolarında değil dışardaki sosyalist kitle ve hareketlerden eleştiri ve tepki almasının sırrı da budur.
“Tek ülkede sosyalizmin kuruluşunun mümkün olmadığını” savunanların belli bir mantıksal tutarlılık gösterdikleri ve bugün gelinen yerde kendilerini doğrulayacak zengin argümanları sahip olduklarını kabul etmek gerekir. Ne ki, Troçkist 4. Enternasyonal partilerinin savundukları “Geçiş Programı” henüz herhangi bir ülkede uygulama şansı bulmadığı için bunun ne denli başarılı olabileceği veya aynı iç zaaflara karşı korunma başarısı gösterip gösteremeyeceğini bilemiyoruz.
Gerçekte bu tartışmalar bir miktar aşılmıştır. Bilinen bir çok ülkede, üretim gücü olarak belli bir düzeyin yakalandığı; özel mülkiyetin yerine, kamu mülkiyetinin konulduğu; ekonomiye “kâr”, “artı-değer”, “piyasa” kurallarıyla değil, merkezi planlamayla yön verildiği, bir çok sosyalist kuruluş deneyinin yaşanmış olduğudur.
fiu noktaya dikkat çekmek gerekir ki, ister sosyalizmin mükemmelen inşa edilip sonra tedricen geri dönüşlerin yaşandığını kabul edelim, ister sosyalizm kurma deneyiminin daha başında yozlaştığını -hatta verili koşullarda mümkün olmadığını- kabul edelim, her durumda da devrim için harekete geçmiş olan kitlelerin , devrimci kadroların seyirci kaldıkları pasifikasyon değişmemektedir. Yani soru her iki durumda da geçerliliğini sürdürür. Ne ki sosyalizmin hatta komünizmin kurulup da adeta sihirbazvari ve çalkantısız bir biçimde birkaç yıl içinde tersyüz edildiğini savunanların cevap vermeleri gereken sorular elbette daha ağırlaşmaktadır.
Bu deneyimler başarılarıyla veya başarısızlıklarıyla çok önemli bir pratiktir. Geçiş programının öngörüleriyle, yaşanan somut olguların analitik karşılaştırılmaları ilginç veriler sunabilir. fiu da bir gerçek ki, bürokratizme karşı güçlü bir duyarlılık beyan etmek, gerçekte o tuzakları bertaraf etmek için yeterli bir silaha sahip olduğumuz anlamına gelmez.
Sosyalist iktidarların tıkanmasında, iktidarın öncelikle üretici güçlerin gelişme düzeyinin geri olduğu ülkelerde ele geçirilmiş olması; emperyalizmin yoğun kuşatması altında bulunmasının da; sosyalist devrimlerin ileri kapitalist ülkelere doğru genişleme değil içe kapanma süreci yaşamalarında rolü büyük olmalıdır.
Esas olarak makalemiz boyunca üzerinde durduğumuz Parti’nin devlet aygıtıyla özdeşleşmesi ve kurucu kadroların ayrıcalıklı bir yöneten sınıf haline gelmesiyle; işçi sınıfıyla emekçi yığınların yaşadığı siyasal yabancılaşma olgusunun belirleyici olduğunu söyleyebiliriz.
Nedir bu yabancılaşma?
Yabancılaşmanın kaynaklarından biri -belki en önemlisi- felsefik, ideolojik anlamda yaşanan yabancılaşmadır. Sosyalizmin; bir yaşam-düşünce-eylem birliği olmaktan çıkıp, sadece geleceğe ilişkin sosyo-ekonomik bir tasarım olarak algılanması; bilimsel bilgiye dayanması ve bu nedenle sürekli bir yenilenme içinde olması gereken sosyalist düşüncenin; ağır bir dogmalar, tabular yığını haline getirilip statikleştirilmesidir. Tamamlanmış, yetkinleşmiş, herşeye cevap veren bir öğreti olarak algılanmasıdır. İzleyenlerin sorgulamaları gerekmeyen, sadece daha iyi öğrenme ve daha iyi anlamada yarışabilecekleri bir doktrin! Sosyalizmin temel referansının doğaya ve kendine yabancılaşmamış özgür insan olması gerekirken, referanslar muğlaklaşmıştır. Bu haliyle sosyalist düşüncenin kendisi de kendisine yabancı bir şey haline gelmiş olmaktadır.
Yabancılaşmanın temellerinden biri de, kuruluş teorisi ve pratiğiyle ilgilidir.
Üretim araçlarının özel mülkiyetinin kaldırılıp kamu mülkiyeti haline sokulması; mülk sahibi sınıfların mülksüzleştrilmesi, kuruluşun ilk adımıdır, ama yeter adımı değildir. Kuruluş teorisi ve mantığının gereği, üretim araçlarının kollektif mülkiyeti sınıf adına bürokrasi tarafından üstlenilmiştir. Ekonominin merkezi planlaması ve toplumun yukarıdan aşağı yeniden inşası, yöneten sınıfın eline tüm sosyo-ekonomik gücü de teslim etmiş olur. İşçi sınıfı, emekçi yığınlar, kapitalist sistemde olduğu gibi artı-değer üretmeye devam ederler. Bu toplumsal artı-değerin tüm toplum için kollektif tarzda planlanarak, üretici güçlerin gelişmesine, toplumsal refaha aktarılacağı varsayılır. Sonuçta yöneten sınıf hem kamu mülkiyetinin tek denetleyecisi, hem de toplumsal artı-değer üzerindeki tasarruf sahibi tek güç olarak tarih sahnesindeki yerini alır. Bürokratik yozlaşma ve sosyalist kuruluşun tıkandığı nokta, işçi sınıfının ürettiği artı-değere karşı yani, kendi emeğine karşı yabancılaştığı bu çizgi üzerinde yükselir. Çünkü, proletarya kapitalist sistemde de “sanal” sosyalist sistemde de emeğinin doğrudan sonuçlarıyla ilgisini tamamen kesmiştir. O artık sadece evine götüreceği ekmek ve çocuklarının bakımına yetecek bir geliri olup olmamasıyla ilgilidir. Bir işçi için, fabrika sahibinin herhangi bir şirket veya patron olmasıyla; devlet veya bürokrasi olması arasında hiç bir fark kalmıyorsa, bu onu ilgilendirmeyen bir ayrıntıya dönüşmüşse siyasal yabancılaşmanın başladığı, sosyalist kuruluşların, sosyalist iktidarlarında yozlaşıp bittiği yer tamda burasıdır. Emekçilerin kamu mülkiyeti “varsayılan/farzedilen” bir mülkiyetti; emekçiler gerçekte yine mülksüzdüler; emekçiler kendi toplumsal arti-değerlerine yine yabancıydılar; arti değerin nasıl paylaştırılacağına da, siyasetin nasıl işleyeceğine de yine “onlar adına” birileri karar veriyordu.. Dolayısıyla üst yapıdaki el değiştirmeler emekçi yığınlar açısından kendi yaşam koşullarında doğrudan bir değişiklik ifade etmedikça da hiçbir anlam taşımadı, tepki görmedi. İnsanın emeğiyle ve toplumun kendisini yöneten iktidarla yabancılaştığı bir sistem elbetteki sosyalizm olamazdı.
Bu yüzdendir ki Ekim Devrimiyle başlayan sosyalist iktidarlar ve sosyalizmin kuruluş deneyimleri proletaryaya büyük bir miras bırakmış, muazzam bir birikim yaratmıştır. Ama ortaya çıkan rejimleri “sosyalizm” olarak tanımlamak, gerçek sosyalizm projesini bu rejimlerle birlikte tarihe gömmek olur. Emperyalist propagandanın yapmak istediği de budur.
Bu rejimler özgün iktidar biçimleriydiler ve hiçbir biçimde sosyalist üretim tarzını da, toplumsal, ahlaki ilişkileri de temsil etmemekteydiler.
Bürokratik Rejimlerin Çözülüşü ve Direnişi Üzerine Sonuçlar ve Olasılıklar
Stêrka Rizgari’nin 17. sayısında yayınlanan makalemizin temel düşüncesini, bürokratik aygıtların kendilerini egemen sınıf yerine koyarak yönettikleri rejimlerin çökmedikleri, fakat zaten içinde oldukları sistemin “küreselleşen ekonomi” koşullarına uyum süreci geliştirdikleri oluşturmaktaydı. Burada ise bu rejimlerin dayandıkları tarihsel arka planını çözümlemeye çalıştık.
Sonuçta bürokratik aygıtlar eski tarz varlıklarını sürdüremeyecekleri küreselleşme koşullarında, kendi yeni yerlerini /kaderlerini/ kendileri tayin etmektedirler.
Bürokratik rejimler asıl şimdi, piyasaya entegrasyon programı içinde reformlar yoluyla değişmeye başlayacaklardır. Bu evrimsel dönüşümü olanaklı kılan en güçlü iki etmenden biri, değişim programını bizzat bürokasinin kendisenin yürütmek durumunda olması ve bunun getirdiği avantajlarla kendini yeni işbirlikçi burjuvazi olarak örgütlemekte güçlük çekmeyecek olması. Diğeri dünya kapitalizminin entegrasyon programına oldukça elverişli koşullar sunmasıdır.
Buna karşılık bürokratik iktidarların bu evrimsel dönüşümüne karşı iki yönlü muhalefet de beklenmelidir. Biri bizzat bürokratik aygıtın içinden gelecektir/gelmektedir. Çünkü entegrasyon programına göre küçülmesi ve yerini kapitalist piyasa kuralarına terketmesi gereken aygıtın kaybetmeyi göze alamayacağı birçok ayrıcalığı ve yetkesi de bulunmaktadır. Bütün bir aygıtın birebir kendi yeni işbirlikçi burjuva-mafya karışımı oluşuma bırakması sözkonusu olmayacağına göre, eski bürokratik merkeziyetçi tarzı savunan güçlü ya da güçsüz br iç muhalefet beklenmelidir. En tehlikelisi ve yanıltıcı olanı da bunların kendilerini “Komünist” ilan ederek bu direnişlerini sosyalizm değerleri adına yapacak olmalarıdır. Naifçe bakanlar için bu “babaların” mücadelesi kolaylıkla “sosyalistlerin direnişi” olarak algılanabilir.
Asıl muhalefet ise, Rusya ve BDT’nın, eski Doğu Bloku ulusları işçi sınıflarının yeniden bilinçlenme ve örgütlenmelerine koşut olarak güçlü bir sınıf muhalefeti ortaya koymalarıyla olanaklıdır. Buradaki en önemli açmaz ise arkasında yozlaşma ve yıkımla sonuçlanan bir sosyalizm deneyi bulunan proletaryanın, devrimci bir parti içinde örgütlenebilme, önderlik yaratma yeteneğidir. Çünkü “Sanal sosyalizm” artığı eski bürokratik aygıtın elemanlarının, eski imtiyazlarının ve ayrıcalıklarının peşinde koşan eski Parti bürokrasisinin “düşmüş ve itilmiş” olarak çoktandır unuttukları sosyalizm söylemine ve sembollerine sarılmaları, sınıf muhalefetine ikinci bir yanılsama götürmeleri mümkündür ve herhalde en trajik olanı da bu olacaktır.
Moskova meydanlarında kızıl bayraklarla yapılan muhalefet gösterilerinde, yeni ve gerçek bir sosyalizm projesi yerine “eskiye özlem” ağırlıklı talepler dile getirilmesi, böyle yanılgılı bir atmosfere işaret ediyor. Çünkü proletarya eski adına sosyal güvencelerinin kaybolmasına, işsizlik tehlikesine, hayat pahalılığına, yaşam standardının düşmesine karşı tepkisini dile getiriyorsa da, herhalde istediği şey bürokratik elitin ayrıcalıklarının geri alması, yoğun siyasal yabancılaşma ve baskı koşulları değildir.
Dün “Sanal sosyalist” rejimleri dünya halklarına örnek sosyalist ülkeler olarak lanse edip buyurganlık yapmaya çalışanlar, bugün de kendi bürokratik ayrıcalıklarını korumaktan başka güdüsü olmayan ve gerçekte emperyalist pazarda pay alma mücadelelerini anti-emperyalist, devrimci direnişlermiş gibi sunarak “sanal” muhalefet pazarlamaya çalışanlar çıkacaktır elbette.
Türkiye’de Kemalizm, Ortadoğu’da Irak ve Suriye’de Baasçılık gibi olguları da Bürokratik aygıtların çözülüşü ve direnişleri bağlamında ele almak gerekir. Bir tür militarist bürokratik oligarşi olan bu rejimler, uluslararası kapitalist piyasaya entegrasyona karşı pazarlıkçı bir direniş göstermektedirler. Ayrıcalıklarını korumaktan başka dertleri olmayan ve Halklarına kan kusturan bu gerici rejimler bu noktada pazarlıkçı tutumları, “Üçüncü dünyacı solcu”lar tarafından kolaylıkla anti-emperyalist direnişler olarak parlatılmaya hazır görünmektedir. Tıpkı Rusya’da eski rejim kalıntılarının yaptıkları gibi...
Bir diğer yanılsama da, küreselleşmenin bu rejimleri kaçınılmaz olarak değişime zorladığı iddiasıdır. Bu rejimlerin sonuç olarak , “Yeni Dünya Düzeni”nin ekonomik, siyasi ve askeri yaptırımları sonucu ister istemez serbest piyasa ile birlikte liberal değerleri de kabullenerek değişmek zorunda kalacakları savunulmaktadır. Bu öngörünün gerçekleşebilme olasılığı, Irak, Suriye, İran örneklerine bakıldığında iddia sahiplerini de caydırıcı bir direnme ile azalmaktadır.
Türkiye ise iddia sahiplerinin hararatle savundukları umutlu bir örnek olarak sunulmaktadır. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Aday Üye olarak kabul edilmesi, Kürdistan sorunu dahil içte ve dıştaki tüm çatışmalı sorunlarda bu devlete hissedilir bir siyasal destek verilmesi; buna karşılık olarak devlet yapısının küreselleşme değerlerine uyarlı bir değişime zorlanacağı vaadini de birlikte getirmektedir. Bu nedenle içte ve dışta Türkiye’nin “demokratikleşeceği” beklentisi sanal bir biçimde pompalanmaktadır. Oysa ben tam tersini düşünüyorum; kapitalizmin küresel entegrasyonu, Türkiye örneğindeki gibi militarist bürokratik oligarşileri, liberalize ederek değil, hemen hemen olduğu gibi sistem içine kabul ederek gelişmektedir.
Aslında tüm veriler ışığında Türkiye’de ve Çin’de yaşandığı gibi devlet bürokrasinin -tam anlamıyla militarist bürokrasinin- kurallarıyla oynadığı sürece tekelci bir sermaye grubu olarak da küresel sisteme kabul edilebilirliği mümkün görülmektedir.
Bürokrasinin Piyasa Kapitalizmini İhya Etme Çabaları
Sosyalizmin kuruluşu ve bürokrasinin rolüne ilişkin yanılsamalı durumu önceki makalemizde“Reel” mi “sanal” mı? başlığında tartışmıştık. Bu örnekleri; İlki, Önderliğini Rusya’nın yaptığı eski SSB Cumhuriyetlerinde, bizzat eski bürokratik aygıtın yürüttüğü sosyo-ekonomik entegrasyon...; İkincisi: Polonya’daki örneğin ardından giderek eski rejimin bürokratik aygıtı ile burjuva muhalefetin bir biçimde uzlaştığı ve karma bir tarzda birlikte yürütükleri uyum programı...; Üçüncüsü: Dünya Kapitalst piyasasına entegrasyonun, KP iktidarı, Kızıl Bayrak ve M-L söylem altında yürütülmesi...Çin Halk Cumhuriyeti
Genel hatlarıyla üç ayrı yol izlese de bir zamanların “Sosyalizm” kurma iddiasındaki Komünist Parti ve Devlet aygıtının (bürokratik kastın) harıl harıl dünya kapitalist piyasasına entegrasyon programını yürüttükleri, bunun öncülüğünü yaptıkları görülmektedir.
Herşeyden önce bu, bürokrasilerin sistemin mantığıyla uyumlu mülk sahibi sınıflar haline gelmeleri için geçirdikleri bir transformasyon sürecidir. Bu yüzden uyum öncelikle bürokratik aygıtların kendileri için geçerlidir.
Bütün örneklerde sözkonusu rejimlerdeki emekçi yığınların mülkiyet ilişkileri, üretim tarzı içindeki rolleri değişmemektedir; hatta yaşam standartları ve sosyal güvencelerinde düşüşler ve sarsıntılar olmaktadır. Tüketim malzemelerinin çeşitlenmesi ve kalitelenmesinin bedeli daha çok yoksullaşma ve işsizlik olarak ödenmektedir. “Uyum” ve “Geçiş” programlarında emekçi sınıflar sisteme “yabancılaşmalarının” bir ürünü olarak ya edilgen ya da, piyasaya geçiş sürecini hızlandıran muhalefetin aktörleri olarak yer almışlardır. Beklenildiğinin aksine bürokratik rejimlerin, “reel sosyalizm”lerin devrimci sosyalist eleştirisi ve alternatifinden hareket eden sosyalist muhalefet sözkonusu olmamıştır. Denilebilir ki, “sosyalizmin yenilgisi” ya da “bunalımından” bahsedilecekse bu, bürokratik aygıtlar piyasa ekonomisi programını uygulamaya karar verdikleri için değil; bir zamanların sosyalist iktidarlarına güç vermiş olan kitlelerde sosyalist muhalefetin örgütlenememiş olması, prestijini yitirmiş olmasında durmaktadır.
Sonuçta bürokratik aygıtlar eski tarz varlıklarını sürdüremeyecekleri küreselleşme koşullarında, kendi yerlerini /kaderlerini/ kendileri tayin etmektedirler.
Varılan durak; Sistemin Küresel Krizi..
1998 yılında kapitalizmin derin küresel krizinin habercileri birer birer ortaya çıktı. Gerçekte kapitalist sisteminin bugün “küreselleşme” bağlamındaki temel karekteri sürekli ekonomik krizler olarak belirmektedir.
Önce uluslararası kapitalizmin gözbebeği ve tüm dünyaya örnek olarak gösterilen “Uzakdoğu kaplanları” Kore, Filipinler, Singapur ve Endonezya ardı ardına iflas ettiler.. Kriz yalnızca Kore’ye özgü bir sorun değil ardı ardına diğer “Uzakdoğu kaplanları” da kağıttan birer fareye dönüşüverdi:Singapur ve Filipinler’de devam eden kasırga en son, 1 milyon komünistin katlederek iktidara oturmuş olan 30 yıllık Suharto yönetimi ve Endonezya ekonomisini çökertti. Ekonomik iflas, onun bekçisi olan siyasal üstyapıyı da altüst etti.
Krizin küresel niteliği çok geçmeden kendini Rusya’da gösterdi, ardından Türkiye ve diğerleri..
Ağustos ayı ise Rusya ekonomisinin çöküşüne tanıklık etti. Rusya 1991’den bu yana hızlı bir piyasa ekonomisi programı uygulayarak dünya pazarındaki yerini almaya çalışıyordu.
Uzun süredir süren kriz sonunda Rusya’yı bütün iç ve dış borçlarını ödemeyecek duruma geldiğini ilan etmeye götürdü; yani ekonomi iflas etmişti. 13 yıl süreyle hiçbir borcunu ödemeyeceğini ilan eden Rusya, bu tarihten sonra ise onları ancak Ruble üzerinden ödeyebileceğini açıklıyordu.
Bu trajik çöküş bütün dünya borsalarında pank yarattı. Çünkü kriz dalgasının katlanarak büyüyeceği ve birçok ekonomiyi vurabileceği ortaya çıktı.
Rusya devletçi kapitalist ekonomilerden, piyasaya dönüşen en seçkin model olarak gösteriliyordu. Eski rejimin bürokratlarının bizzat yürüttükleri bu ekonomik program sonucu aslında Rusya, başta eski bürokratik aygıt olmak üzere hemen hemen bütün asalak sürülerinin, leş yiyicilerinin pay kapmak için üşüştükleri bir hayvan ölüsüne benziyordu.
Artı-değer kontrolünün aslan payını elinde tutmak isteyen aç gözlü bürokrasi, kendini aynı zamanda “yeni işbirlikçi burjuva sınıfı” olarak ikame etmeye çalışırken; diğer yandan dünyanın her yanından üşüşen firmalar, kapkaçcılar ve içerde olağanüstü boyutlarda büyüyen mafya ekonomiyi yağmalamaya devam ettiler.
Elbette aslan payını Avrupa, ABD ve Japonya gibi emperyalistlerin yedikleri bu ekonomi, sonunda bunca yağmalamaya dayanamadı ve çöktü. Bu çöküş aynı zamanda uluslararası burjuvazinin, kapitalizmin zaferine ve kendini yenilemesindeki yeteneğine dizdiği övgülerinde çöküşü oldu.
fiimdi Rusya’daki ekonomik çöküşün yansıması siyasal alanda yaşanmaya başlanıyor.
Diğer ülkelerde olduğu gibi Rusya’da da politikanın gerçek aktörü olan kitleler, özellikle de işçi sınıfının örgütlü-siyasal bir özne olarak yerini almaması, krizden çıkışın “devrimlerle” değil, geçici iyileştirmeler ve mevzilerle kalacağını gösteriyor.
Küreselleşme döneminin diğer bir karekteri ise 3. bunalım döneminin etkilerinin zamana ve alana yayılarak “sürekli kriz” halini almış olmasıdır.
Sistemin kronik hale getirdiği kriz dalgalarının sosyo-ekonomik ve siyasal etkilerini savuşturmak için “karşı bir alternatif” bulunmayışının da rahatlığıyla çözümler bulabilmektedir.
Sorun şudur ki, kendi ekonomik ve siyasal alternatifini dayatmak ve hayata geçirmek için, ideolojik-politik bunalımını aşamayan uluslararası sosyalist hareket güçsüz, emekçi sınıflar ise ya örgütsüz ya da sahte bayrakların altında toplanmaktadırlar. Emperyalistler bu küresel krizlerini de şu veya bu şekilde ama faturayı emekçi yığınlara yıkarak, onlara küresel bir felaket yaşatarak çıkacaklarsa, bunun tek sorumlusu, işçi-emekçi cephesinin kendisini tahkim edemeyişi olacak.
Küreselleşme ve devrimci olanaklar
“Küreselleşme” ve “YDD” konularını ayrı bir yazı konusu olarak tartışmak gerekir. Ancak geçerken birkaç saptama yapmak yerinde olacaktır. Küreselleşmenin ana fikrini “ekonominin uluslararasılaşması ile devletin gücü arasında ters bir orantı olduğu, küreselleşme arttıkça devletin rolünün küçüleceğine dair” genel çizgi oluşturmaktadır. Bu fikir küresel ekonomi içinde bürokratik aygıtların neden daha fazla “tekelci devlet kapitalizmi” modelinde ve kapalı bir sistemde ekonominin tüm musluklarını ellerinde tutamayacaklarını yeterince açıklamış olmaktadır. Beri yandan küreselleşmenin yaşadığı bir diğer paradoks da, yine devlet aygıtının bu programları uygulamakta en azından SSCB ve Çin gibi dev ekonomilerde öncü- yürütücü bir görev üstlenmiş olmalarında yatar.
Kapitalizmin bir dünya sistemi haline geldiğini Marksistler daha yüzyılın başında belirttiler. O halde bugün kapitalizmin dünya sistemi olduğu yolundaki tezler eğer onun “kaçınılmaz, vazgeçilmez ve değiştirilemez” olduğunu iddia etmiyorlarsa yeni bir tesbit değildir. fiu varki kapitalizmin bir dünya sistemi haline gelmesinin önündeki engeller“kapalı, içe dönük ekonomik sistemler” de dünya pazarına açılmış olmaktadır. “Pazarın küreselleşmesi/rekabetin küreselleşmesi” , “tek kapitalist pazar” aslında toplam artı değerin uluslararasılaşması ‘dır.
Küreselleşme teorisyenleri “ekonominin uluslararasılaşmasıyla devletin gücü arasında ters bir orantı” olduğunu söylerler. Yani “küreselleşme arttıkça devletin rolü küçülür”.. Fakat burada da güçlü bir paradoks vardır: Tüm kapitalist süreçler gibi bu da kendi sonuçlarıyla çelişki halindedir. Devlet, özellikle kamu ekonomisi alanında bazı işlevlerinin kaybederken yerine başka fonksiyonlar kazanır ve özellikle, sistemin teknik ve polisiye anlamdaki koruma yeteneğini arttırır.
Küreselleşmenin bu aşaması daha büyük “üniter devletler” yerine, işlevi ve alanı küçültülmüş ama teknik yeteneği daha çok geliştirilmiş “ulusal-yerel devletler”den oluşan büyük birlik ve federasyon örgütlenmelerine gerek duyuyor. Bu devletler eskinin her şeye kadir süper devletleri gibi güçlü olmayacaktır. Ekonomik, askeri, siyasal yetkelerinin bir çoğunu uluslararası birliklere terketmiş olacaklardır. Örneğin Slovakya, Çek Cumhuriyeti’nden ayrıldıktan kısa bir süre sonra Avrupa Birliğinin bir “Eyalet devleti” haline gelmekten kurtulamıyor. İngiliz İmparatorluğun’dan kopuşacak olan Kuzey Irlanda da, Birleşik Irlanda ile birlikte Avrupa Birliğinin içinde yer alacak. Eskinin güçlü emperyalist devletlerinin Avrupa Birliği içinde eşit haklara sahip Eyalet devletleri haline gelmeleri yönündeki bir bütünleşme yaşanırken, örneğin İngiltere’de yüzlerce yıl sonra bile olsa Galler ve İskoçya’nın parlamentolarını ayırmaya karar vermiş olmaları bu paradoksun en güzel örneğidir. Buna rağmen bilinir ki bu, İngiltere’nin bölünmesi ve uluslararası düzende köklü bir değişiklik anlamına gelmez. Bu sadece, merkezi İngiliz hükümetinin yükünün biraz daha hafiflemesi anlamına gelir. Gevşek çok uluslu-çok devletli birliklerle, daha çok parçaları diyalektiğine son derece uygun bir durum. Birleşme parçaların yok olmasıyla değil, çoğalıp güçlenmesiyle oluşmaktadır.
Feodalizm, kapitalizm ve emperyalizm çağında, sosyalist devrimler çağında devletleşme olanağı bulamayan Kürdistan, belki de küreselleşme konseptinde, parçalanma eğilimindeki büyük devletler yerine ikame olacak olan zayıf küçük devletler döneminde devletleşebilecektir. Bu, bizim ulusal kurtuluş, bağımsızlık kavramımıza denk düşen bir devletleşme değil; dünya pazar ekonomisinin Kürdistan’daki teknik memurluğunu yapacak, uydu-aracı sınıflara dayalı bir devletleşme modelidir.
Soğuk Savaş ve sonrasi konseptinde nükleer savaş tehdidi ve konvansiyonel silahlanma yarışı sınıf mücadelesini dünya çapında caydırıcı /pasifize edici bir rol oynuyordu. Bunu siyasal-ideolojik koşullarından ayırtetmek olanaksızdır. Bugün ise emperyalistler nükleer bir savaş tehdidi yaratmak veya konvansiyonel silahların teknolojin tüm olanaklarıyla yetkinleştirilmesine ideolojik mazeretler bulmakta zorlanıyorlar. Hayali bir “terörist ülkeler ve terörizm” söylemi bu metropolitan terörü meşrulaştırmak için çok cılız kalıyor. O halde büyük kitleleri sınıf mücadelesini pasifze etmek için kullanılan savaş tehdidi bu caydırıcı rolünü kaybetti mi?
1990’lı yıllar konvansiyonel silah teknolojisinin denendiği Körfez Savaşı, Kürdistan, Bosna, Çeçenistan gibi örneklere tanık olduk. Ayrıca nükleer güç sadece ABD ve Rusya’nın tekelinden çıkıp Ukrayna, Kazakistan gibi yeni aktörlerin eline de geçti. Fransa ve Çin teknolojilerini geliştirirken, Hindistan ve Pakistan kendilerini bu yolda geliştirmeye adıyorlar.
Dün bütün uluslararası gerilimler ve sınıf mücadelesinin ivmesi ABD-SSCB arasında iki kutba yoğunlaşmıştı. Bugün ise tüm bu gerilimler yüzeye yayılmış durumdadır. Bu yüzey emperyalist-kapitalist sistemin eşitsiz ve bileşik gelişim yasasından kaynaklanan sürekli devrim düzlemidir aynı zamanda.
Monthly Rewiew’in fiubat 1977 sayısında Bay Sıvanandan ile Bayan Wood arasında, küreselleşme koşullarındaki devrimci olanaklar üzerine ilginç bir tartışma yaşandı. Bay Sıvanandan’ın, emperyalist ekonominin geçirdiği teknolojik evrim ve bunun yarattığı değişikliklerin dikkate alınması gerektiği yönündeki haklı uyarılarının yanı sıra, Bayan Wood’un devrimci enternasyonalist olanaklar hakkındaki görüşleri de dikkate değer. Bayan Wood, “..eğer devlet, küreselleşmiş ekonomide sermayenin içinde hareket ettiği bir kanalsa, aynı şekilde anti-kapitalist bir kuvvetin, sermayenin can damarını koparacağı bir araçtır da.” derken son derece haklıdır. Bu görüş Etkili bir anti-kapitalist mücadelenin ancak enternasyonalist tarzda örgütlenebileceği gerçeğiyle çelişmez. Bu anlamda Ortadoğu gibi emperyalizmin can damarlarından birinin üzerindeki Kürdistan’ın devletleşmesinde sosyalist iktidar seçeneği belki de, sistemin kan damarlarını tıkayacak ve onun krizini hazırlayacak etkili etmenlerden biri olabilir.
“Sosyalist enternasyonalden önce kapitalist enternasyonal gerçekleştiğini” söyleyenler, Küreselleşmeyi kapitalist enternasyonal olarak mı görüyorlar? Eğer öyle ise bu, sosyalist enternasyonal için bir engel oluşturmaktan çok, işçi cephesinin yalnız ulusal sınırlarla değil, sektörel farklılılar, iç tabakalaşma ya da siyasal-ideolojik-kültürel eksendeki çok parçalalığını birleşik bir güce dönüştürmede yeni olanaklar yaratmıyor mu?
* Pirus Zaferi: kazananın kaybettiği savaş
* Fred Halliday; “Yeni Soğuk Savaş”(Sovyet-ABD ilişkileri), Belge Y. 1983
[1] Lenin, Soçineni ye, c.xxvıı s.24-5 Carr, Bolflevik Devrimi
[2] Lenin Uluslar›n Kendi Kaderlerini Tayin Hakk› s.236
[3] Carr; Bolflevik ‹htilali, VKP/P/ Rezolutsiya k /1941/ c.1. s.495
[4] Stalin;”Marksizm, Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu
Yorumlar
Yorum Gönder